12 Years A Slave

12 Years A Slave

İngiliz yönetmen Steve McQueen'den mühür niteliğinde bir film.

Blue is the Warmest Colour

Blue is the Warmest Colour

Abdellatif Kechiche'den 2013'ün en çarpıcı başyapıtı.

17 Ocak, 2013

Silver Linings Playbook (2012)

Son 15 yılın bağımsız sinemadaki kayda değer isimlerinden olan, Three Kings ve The Fighter gibi filmlerle geniş kitlelere ulaşıp meziyetlerini göstermiş bulunan, hem kamera arkasında, hem de senaryo yazımında yaratıcılığını konuşturmayı ihmal etmeyen New York'lu yönetmen David O. Russell'ın romantik komedi türündeki filmi, Silver Linings Playbook, Oscar sezonunda aldığı adaylıklar ve oyuncularının muhteşem performansından dolayı adı fazlasıyla geçen bir film. Ülkemizde de 4 Ocak'ta kısıtlı sayıda vizyon şansı bulan Silver Linings Playbook, şu ana kadar 2012 yılı içerisinde izlediğim en iyi film. 

Matthew Quick'in hallice kalın romanından David O. Russell tarafından uyarlanan film, karısını onu aldatırken yakalayan ve aldattığı adamı öldüresiye döven; bu nedenle akıl hastanesine yatırılan eski öğretmen ve yeni sade insan Pat'i merkezine alıyor. Annesi tarafından 8,5 aylık akıl hastanesi kapanından kurtulan ve normal hayata adapte olmaya çalışan Pat, uzun zamandır görmediği eşi Nikki'ye bir şekilde ulaşmaya çalışmakta ve onun sevgisini tekrar kazanmak istemektedir. Yakın arkadaşı Ronnie onu evlerine yemeğe çağırdığında, Ronnie'nin baldızı Tiffany ile tanışır (çok alaturka bir tanım oldu ama sister in law diyordu filmde) Tiffany, yakın bir zamanda polis olan kocasını kaybetmiş, kendini aşüfteliğe vermiş, Pat gibi arayış içindeki bir kadındır. Pat ile Tiffany'nin yolları, çok farklı bir biçimde kesişir ve çok farklı bir biçimde ilerlemeye başlar.

Dolu dolu karakterleriyle hem görsel, hem de performans anlamında akılda kalıcı izler bırakan Silver Linings Playbook'un en güçlü yanı kesinlikle oyuncuları. Bradley Cooper ve Jennifer Lawrence'ın mükemmele yakın oyunları başta olmak üzere Robert De Niro, Chris Tucker ve sayısız yan karakter, romantik komedi filmlerinden alışkın olduğumuz "içi boş karakterler" bilindiğini yok ederek özgün hikayenin harika bir parçası oluveriyorlar. Film Bradley ve Jennifer çerçevesinde dönmesine rağmen. Yönetmen Russell'ın da bunda payı çok büyük. Oyuncuları üzerinde ne kadar etkili olduğunu daha 3 sene önce The Fighter filmi ile gösteren Russell, hem ilk başyapıtını çıkarmanın verdiği kendinden eminlik ile, hem de hikayeye hakim olması ile bunu tekrar perçinlemiş. 2012 senesinin en iyi toplu performanslarından birisi olmuş adeta Silver Linings Playbook.

Tabi filmin "performans filmi" yaftasından kurtulmasını sağlayan o kadar farklı güzellik ve özgünlük var ki... En basitinden klasik bir romantik komedi filminde görülebilecek klişeleri kullanmamayı ve olabildiğince farklı anlatım takınmayı seçmesi mesela. İki tane kaybedenin karşılıklı yaralarını sararak "yıkılmadık ve birbirimizi seviyoruz" mesajını dile getirmesi yerine, perdenin arkasındaki bilindikleri anlatmak yerine, olabildiğince farklı ve yaratıcı bir yoldan seyircisine sunuyor film. En basitinden o dans sahnesi, kaybedilen bahis üzerine sayısız tiradın havada uçuşma sahnesi... Bu film hakkında dileyen istediğini söyleyebilir ama "klişe, bilindik romantik komedi zırvaları" demek için kör ve sağır olmak, fazlasıyla marjinal olmak gerekir.

Silver Linings Playbook, dram ve komediyi harmanlayarak hem kendini iyi hisset filmi, hem de kendini sorgula filmi aslında. Aşk hakkında sayısız film yapıldı, elle tutulan eser sayısı 100'ü geçmez sanırım. İşte bu film, o 100'lünün içine girebilecek kadar başarılı bir iş. David O. Russell sinemasının da ilk başyapıtı. Oscarlarda da "büyük beşli" olarak adlandırılan "En iyi Film", "En İyi Yönetmen", "En iyi Erkek Oyuncu", "En iyi Kadın Oyuncu" ve "En iyi Senaryo" ödüllerinde adaylık kazandı. (Million Dollar Baby'den sonra ilk defa) Uzun süredir hiçbir film bunu başamamıştı. Sanırım filmin eli boş dönme ihtimaline karşılık Akademi'nin filmi bir nevi onore etmesi anlamına geliyor. Ama açıkçası benim pek de umurumda değil. İnsan böyle filmler izleyince fazlasıyla mutlu oluyor. Hele hele meziyetli bir sinemacının elinden çıkınca daha farklı bir hal alıyor. Benim için senenin en iyi filmi. İzleyin, izlettirin.

10/10

16 Ocak, 2013

Funny Games (1997)

Yeni dönem Avrupa sinemasının en etkileyici ve farklı sinema diliyle çok konuşulan isimlerinden birisi olan Michael Haneke'nin, "Duygusal Buzlaşma Üçlemesi'nden" sonra yarattığı, 10 yıl sonra Hollywood mecralarında bir yeniden çevrimini yaptığı, Haneke'yi takip eden kitlelerin çoğunluğu tarafından en iyi filmi olarak görülen Funny Games'i sonunda izleme fırsatına erişebildim. Cache ve Amour ile Haneke Sineması'nın tarzıyla yakından uzaktan bir bağ kurmuş olarak, daha doğrusu hazırlıklı olarak izledim. Haneke'nin, filmlerini tamamen seyircisi için yaptığı bilinir, ama bu filminde seyirci ile interaktif bir bağ kurup sanki kamera onun elindeymiş hissi uyandırıyor. İlk dakikasından sahte final diye adlandırabileceğimiz kritik sahnelerine kadar seyirciyi koltuğuna kilitliyor ve bu oyuna ortak ediyor Haneke.

Bu andan sonra okuyacağınız her bir satır, eserin içeriği hakkında "spoiler" içermektedir !

Avrupa burjuva toplumunun marjinal, onlara göre rahat ve bize göre rahatsız edici yaşantıları hakkında filmler çekip namlusunun ucuna burjuvaziyi koyan Haneke, bu sefer tatil için yazlıklarına giden çekirdek bir aileyi konu alıyor. Yine Georg ve Anna  ikilisini hikayenin başına yerleştiren Haneke, psikopat ve sadistik eğlenceleri bulunan iki genç adamı hikayenin kötü adamı konumuna yerleştiriyor. 4 yumurta alma amacıyla eve sızan ikili, aileye hayatlarının en acımasız tatillerinden birisini yaşatma amacı taşıyorlar. Klasik bir Hollywood slasher filmi hikayesini çok ötede bir yere taşıyıp harmanlayan Haneke, kendi favorisi Salò o le 120 giornate di Sodoma'dan sonra belki de sinemaya gelmiş en vahşi filmlerden birisine imza atıyor.

Klasik müzik dinleyerek ve sorular sorup cevaplayarak yazlıklarına ilerleyen ailenin evlerinin kapıları onlara ardına kadar açılıyor, hiçbir zorluk çıkarmadan. Haneke, hem seyirciyi, hem de aileyi daha filmin başında bu kapana kapatıyor. Ve ölümcül oyunların başlangıcı niteliğindeki yumurta metaforu, hikayenin ilk suçlu karakteri oluyor. Paul ve Peter, ailenin dış dünya ile bağlantısını kesiyor, köpeklerini öldürüyor, silah niteliği taşıyan tüm tehlikeleri bir bir ele geçiriyor. Artık ölümcül oyunların başlama sırası. Davet edilmeden, rahatça girdiğimiz bu kapanın içinde, yine davet edilmeden bir oyun oynamak zorunda bırakılıyoruz. 

Haneke, hikaye gittikçe nahoş bir hal aldığında kötü karakteri Paul vasıtasıyla seyirciye "onların tarafındasınız, değil mi ?" sorusunu yönlendiriyor. Haneke'nin seyircisi ile ikinci defa iletişime geçtiği bir sahne bu. Bu andan sonra tarafını belli etmiş, rahat koltuğunda filmi izliyormuş edasındaki seyirciyi o koltuğa hem mıhlıyor, hem de işkence ediyor Haneke. Aynı Paul karakterinin de dediği gibi, "bu oyunu oynamadan hiçbir yere gitmek yok". Filmin adı da bu yüzden "Funny Games" aslında. Haneke, bunu yaparken oldukça eğleniyor. Paul ve Peter'ı tamamen bir taşeronmuşçasına kullanıyor aslında.

Hikayenin kötü adamları sadece bu Peter ve Paul ikilisi değil elbet. Haneke, yine Paul karakteri aracılığıyla tarafsız kamerasını sahnelerin birinde seyirciye çevirip, davet bile etmediği hikayenin suçlusu olarak ilan ediyor. Georg karakteri, seyirciye bu şiddeti durdurması için yalvarıyor. Haneke, filmin sadece kopma noktasında seyirciye çıkış şansı tanıyor. Çünkü filmin direksiyonu, son yarım saatlik sürede tarifi imkansız bir vahşete doğru çevriliyor. Seyirci ile 3. temasını kurduğu bu sahne, hikayenin en kritik noktalarından birisi oluveriyor.

Ailenin küçük oğulları iki psikopatın elinden kaçıp yardım çağırmak için komşu villaların birisine doğru kaçıyor. Bu sekansta Haneke, seyircinin istediği "mutlu sonun hazırlığını" yapıyor. Bu oyunun her bir noktasını ince eleyip sık dokumuş Paul, Haneke'nin seyircisine verdiği bu toleransı yok ederek çocuğu yakalıyor. Yani Haneke, sağ gösterip sol vurmuş oluyor bir anlamda.

Oyunu kuralına göre oynayamayan aile, çaresizliğin içinde bir kaos ortamı yaratıyor ve çocuklarının ölümlerine sebep oluyor. Paul ve Peter'a göre, oyunu sürdürmek fazlasıyla anlamsız bir hal alıyor ve oradan uzaklaşıyorlar. Yaklaşık 10 dakikalık bir plan sekansta Georg ve Anna, üzerilerinden geçen bu tarifi imkansız yükü boşaltmaya, sakinleşmeye çalışıyorlar. Haneke'nin ikinci toleransı: Seyircinin istediği, "kurbanlar kurtulsun, iyileşsin, caniler yakalansın" senaryosu süregeliyor. Bu sekansta Haneke, burjuvazinin dış dünya ile ne kadar alakasız, kendi içlerinde ne kadar kör cahil olduklarının mesajını veriyor bir nevi. Polisi aramak yerine en yakın komşusundan telefonla yardım isteyen, suya düşüp ıslanan telefonu fön makinesiyle kurutmaya çalışan bir güruhtan... Haneke, bu toleransı da dalga geçermişçesine seyircinin elinden alıveriyor ve yarım kalmış oyununa devam ediyor.

Bu andan sonra seyirciyi "bitse de kurtulsak" moduna sokan Haneke, başından beri hikayenin suçlusu olarak gördüğü bu izleyiciyi belki de kendilerinin bile inanamayacakları bir psikolojik ruh haline sokuyor: "Georg ve Anna ölürse, kurtuluruz". Bu andan sonra istediğini büyük ölçüde alan Haneke, bir son dakika süprizi bekleyen seyircisi ile dalgasını geçmeyi ihmal etmiyor. Gemide unutulan bıçağı, yoldan geçen meçhul arabayı... Son dakika ümitlerini de aynı Anna gibi suya düşürüyor. Ve işin en kötü tarafı da, hikayenin sonunda bu işi rutine bağlamış psikopat Paul karakterini başka bir yazlıkçıdan yumurta isterken gösteriyor bizlere. Tüm sinir sistemini alt üst ederek, tüm zamanların en rahatsız edici başyapıtını çıkararak perdeden grotesk bir metal müzik ile ayrılıyor.

Haneke Sineması hakkında yazılan farklı farklı tezler, makaleler, incelemeler karşısında yönetmen, bir röpörtajında bunları sadece şaşkınlık ve saçmalık olarak gözlemlediğini söylüyor. Aynı Kubrick gibi, bir filmin kesin bir okumasının olmadığının mesajını veriyor dolaylı yoldan. Herkesin bir filmden alacağı mesaj, alt metin, ana fikir veya sonuç farklılık gösterebiliyor. Böylesine bir film için de birden fazla okuma yapılabildiği için nacizane ben de fikir beyanında bulundum diyebilirim. Teknik detayları, oyuncuları veya yönetmenin kendisini anlatmak yerine, 100 dakikalık hikayede yatan sayısız anlamın sadece bir bölümünü yansıtmak istedim. Filmi izlemiş olup kafasında "hala" soru işareti bulunduranlar için destek, "Haneke Sineması" hakkında bilindik yanlışlıkları düzeltip doğrulamak içinse "tavsiye" yazısı olsun o zaman bu.
9/10

14 Ocak, 2013

Django Unchained (2012)

Çok değil, daha 90'lı yıllarda, ilk uzun metrajıyla ilk başyapıtını çıkarmış, tüm sinema dünyasını ayağa kaldırmıştı Tarantino. Rezervuar Köpekleri ile sinema tarihinin en iyi suç filmlerinden birisine imza atan bu adam, üstüne üstlük geveze senaryosu ve farklı anlatımıyla literatüre "Tarantinovari" kavramını sokmuştu. True Romance ile romantik film kalıbını baştan yazmıştı, aynı Woody Allen gibi. Ardından gelen Pulp Fiction ile Cannes'dan gelen Altın Palmiye, Oscar'dan gelen en iyi orijinal senaryo, gittikçe heyecanlandırıyordu izleyenlerini. Jackie Brown, From Dusk Till Dawn, Kill Bill ikilemesi, Grindhouse serisi ve Inglorious Basterds. Sinemaya Christoph Waltz'u bahşetmişti bundan 4 sene önce. Sıkı bir Sphagetti Western hayranı olduğunu bildiğimiz Tarantino, bu sefer en sevdiği filmlerden olan 1966 yapımı Django'nun uyarlamasını yapacaktı. Ama öyle esere sadık kalarak falan değil. Tüm kalıplarını, tabularını, bilindiklerini değiştirerek; yani Tarantinovari sinemasını Sphagetti Western ile birleştirerek. 2012 yılının Aralık ayında vizyona giren Django Unchained, Tarantino'nun en güçlü ve en muhteşem filmlerinden birisi olacaktı. Ve oldu da.

Kadrosunda Leo DiCaprio, Christoph Waltz, Samuel L. Jackson ve Jamie Foxx gibi yıldızları bulunduran film; İç Savaş'tan 2 yıl önce, Teksas'ın herhangi bir yerinde geçen siyahi bir hikaye. Django adındaki bir zenci köle, Alman kelle avcısı Dr. King Schultz tarafından bir gece kurtarılır. Amacı açıktır: Django'ya özgürlüğünü verip listesinde olan tüm aranan kanun kaçaklarını teker teker öldürüp ödülleri toplamak. Ama Django'nun amacı başkadır. Köle pazarında kendisinden ayrı bırakılan ve sayısız işkenceye maruz bırakılan karısını, Broomhilda'yı kurtarmak. Schultz ve Django bir anlaşma yaparlar. Schultz Django'ya, Django da Schultz'a yardım edecektir. Ama Django'nun karısı Broomhilda, Calvin Candle denilen sadist ve psikopat bir köle tüccarının elindedir. İşleri hiç kolay olmayacaktır.

Fazlasıyla ilgi çekici bir hikayeye sahip olan Django Unchained, olağanüstü diyaloglara ve yıllar sonra sinema okullarında okutulacak kadar kült sahnelere sahip. "Geveze, boş konuşan" diye yaftalanan Tarantino sinemasının yine sert cevabı "hater"lara. 3 saate yakın süresi içerisinde aksayan, topallayan, göze batan hiçbir sahnesi bulunmayan; üstüne üstlük her sahnede ağızları açık bırakacak kadar olağanüstülüğe oynayan bir ivmesi var. Tarantino'nun bu film için uğraştığını biliyorduk, ama bu denli kusursuza yakın bir iş çıkaracağını kimse tahmin etmiyordu. Altın Küre'de Tony Kushner'ın mükemmel senaryosunun önünde "en iyi senaryo" ödülünü alması ve Pulp Fiction'dan sonra ilk defa büyük bir mecrada onore edilmesi, her şeyin cevabı niteliğinde.

Oyuncu performanslarına anti parantez açmak yetersiz kalıyor. Haklarında cilt cilt basım yapmak gerekiyor. Başta Christoph Waltz ve Leo DiCaprio'nun nefes kesici performansları kamera arkasında Tarantino'nun olduğunu doğrulayacak cinsten mükemmel. Leo DiCaprio'ya ödül törenleri ve dolayısıyla Akademi tarafından yapılanlar açık ve net terbiyesizlik. Geçen sene Chris Plummer'ın berbat performansına ödül veren Akademi, kim bilir bu sene kime verecek bu ödülü ? En azından Christoph Waltz'a bu ödülün gitmesi gerekir. Çünkü o beşli içerisindeki en iyi performans ona ait. Bunun yanında, Jamie Foxx her ne kadar başrol oynasa da Waltz ve DiCaprio'nun şovlarında eziliyor. Buna rağmen çok iyi bir performansı var. Samuel L. Jackson'un yan karakteri de gerçekten başarılı. Tüm kadronun mükemmele yakın oynadığını söylemeyeceğim, zaten tüm Tarantino filmlerinde durum böyle, yeni bir şey yok.

Toparlarsam senenin Lincoln ile tam puanı hak ettiğini düşündüğüm yegane filmi Django Unchained. Tarantino'nun Oscarlarda En İyi Yönetmen dalında aday olamaması her ne kadar saçmalık olsa da, Chris Nolan'ın fan kitlesi gibi Tarantino'nun fan kitlesi de buna alışkın (ben de o kitledenim). Harvey Weinstein'in her sene olduğu gibi yine şov yaptığı bir yılın içinde, kendi projelerinin en iyilerinden. Sphagetti Western ruhunu 2010'lar sinemasında yaşamak isteyenler kaçırmasın. Senenin en iyi 2 filminden birisi.

10/10

Not: Filmin final sekansında çalan o harika şarkı.


70. Altın Küre Ödül Töreni | Tahminlerim

Oscar sezonunun en önemli bölümünün kayda değer ödül törenlerinden olan, üyeleri belirsiz Yabancı Basın tarafından dağıtılan Altın Küreler, bu gece sahiplerini buluyor. Çok büyük bir süpriz çıkmazsa, bu gece Altın Küre'den en iyi Drama ödülünü alan filmin Oscar şansı kalmayacak. Gerçi son 10 senede bu karar birkaç kez aksadı. Ama son 3 senedir de Altın Küreyi alan Dramalar, Oscarlarda gülemiyorlar. Hemen kısa kısa tahminlerimi yazıp 2 saat sonra başlayacak geceye doğru odaklanıyorum.


SİNEMA

EN İYİ DRAMA
Kazanacak: Argo
Kazanabilir: Lincoln
Süpriz: Zero Dark Thirty


EN İYİ KOMEDİ/MÜZİKAL
Kazanacak: Les Miserables
Kazanabilir: Silver Linings Playbook
Süpriz: Moonrise Kingdom


EN İYİ YÖNETMEN
Kazanacak: Steven Spielberg
Kazanabilir: Ben Affleck
Süpriz: Ang Lee


EN İYİ ERKEK OYUNCU - DRAMA
Kazanacak: Daniel Day-Lewis
Kazanabilir: Joaquin Phoenix
Süpriz: Denzel Washington


EN İYİ ERKEK OYUNCU - KOMEDİ/MÜZİKAL
Kazanacak: Bradley Cooper
Kazanabilir: Hugh Jackman
Süpriz: Jack Black


EN İYİ KADIN OYUNCU - DRAMA
Kazanacak: Jessica Chastain
Kazanabilir: Marion Cotillard
Süpriz: Naomi Watts


EN İYİ KADIN OYUNCU - KOMEDİ/MÜZİKAL
Kazanacak: Jennifer Lawrence
Kazanabilir: -
Süpriz: -


YARDIMCI ROLDE EN İYİ ERKEK OYUNCU
Kazanacak: Tommy Lee Jones
Kazanabilir: Philip Seymour Hoffman
Süpriz: Leonardo DiCaprio


YARDIMCI ROLDE EN İYİ KADIN OYUNCU
Kazanacak: Anne Hathaway
Kazanabilir: Sally Field
Süpriz: Amy Adams


EN İYİ MÜZİK
Kazanacak: Lincoln - John Williams 
Kazanabilir:  Moonrise Kingdom - Alexandre Desplat
Süpriz: -


EN İYİ ŞARKI
Kazanacak: Adele, Paul Epworth("Skyfall")
Kazanabilir: Claude-Michel Schönberg, Alain Boublil, Herbert Kretzmer("Suddenly")
Süpriz: -


YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM
Kazanacak: Amour
Kazanabilir: -
Süpriz: -


EN İYİ ANİMASYON
Kazanacak: Frankenweenie
Kazanabilir: Wreck-it Ralph
Süpriz: Brave



TELEVİZYON

EN İYİ DRAMA DİZİSİ
Kazanacak: Homeland
Kazanabilir: Breaking Bad
Süpriz: -



EN İYİ KOMEDİ DİZİSİ
Kazanacak: Modern Family
Kazanabilir: The Big Bang Theory
Süpriz: -



EN İYİ MİNİ DİZİ/ TV FİLMİ
Kazanacak: Game Change
Kazanabilir: Hatfields & McCoys
Süpriz: The Hour



EN İYİ AKTÖR/DRAMA
Kazanacak: Damian Lewis
Kazanabilir: Bryan Cranston
Süpriz: Jeff Daniels



EN İYİ AKTRİS/DRAMA
Kazanacak: Claire Danes
Kazanabilir: -
Süpriz: -



EN İYİ AKTÖR/KOMEDİ-MÜZİKAL
Kazanacak: Jim Parsons
Kazanabilir: Louis C.K.
Süpriz: -



EN İYİ AKTRİS/KOMEDİ-MÜZİKAL
Kazanacak: Julia Louis-Dreyfus
Kazanabilir: Amy Poehler
Süpriz: Zooey Deschanel

12 Ocak, 2013

No (2012)

Pablo Larrain, 21. yy Şili sinemasının genç ve yetenekli yönetmenlerinden birisi. Festivalden festivale koşturarak CV'sini gayet kabartmış, filmlerini tüm dünya festival izleyicilerine gösterebilmiş bir yetenek. Evet, bu başlı başına bir yetenek. No filmi ile, bu sefer daha derin ve politik sularda yüzmeyi tercih ediyor Larrain. Biraz zorlu, biraz çetrefilli, ama sonuca varıldığında ödülü büyük yollardan. Ve bu son filmi No ile, politik kara mizah türünün modern klasiklerinden birisini yaratmış diyebilirim. Hatta ve hatta, Das Leben Anderen’den beri sinemasal dili bu kadar güçlü bir satirik film izlememiştik, iddialıyım.

Dillere destan olmuş ünlü Şili diktatörü Augusto Pinochet, bir gün karar verir ve kendi diktatörlüğünü referanduma götürme kararı alır. Bu halk oylamasında eğer Pinochet iktidarının devam etmesi isteniyorsa halk evet diyecek, diğer taraf hayır diyecektir. Tabi bu telkinleri halka enjekte edebilmek için iyi bir reklam kampanyasına ihtiyaç vardır, her üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi (bkz. Türkiye). Hayır diyen cenah, Şili’nin genç ve yetenekli reklamcısı René Saavedra ile anlaşır. Trajikomik tarafı da, kendi ajansının patronu evetçiler ile anlaşmıştır. René’nin zekice reklam kampanyası ve fazlasıyla batı desteği ile (ki bu desteği film tiye alarak göstermiş) Pinochet iktidarına son verilir ve ciddi bir fark ile hayır diyen kitle galip gelir.

Tarz ve yapı olarak yer yer “mockumentary” tarzına göz kırpmayı tercih eden No, bunu biraz da aktüel kamerası ve değişik sinematografisine borçlu. Olayları normal gidişatındaymış gibi gösteren ve sanki bir kameramanın zaman makinesine binip, geçmişe gidip, olaylara tanık olmuş ve filmleştirmiş bir yapısı var. Tabi bu sahte belgesel temasının içerisinde de belki de salona girenlerin beklemediği seviyede bir kara mizah seviyesi var. Uzun bir dönem Şili’nin “hakkını vermiş” Pinochet’in reklam kampanyalarından şiir okuyan bir kızın hüngür hüngür ağlamasına, No kampanyasının logosunun eşcinsellerin sembolüne benzemesine kadar günümüzde hatırlanıp ağız dolusu güldürecek fazlasıyla detayı ustaca kullanmasını bilmiş Larrain.

Şili’nin yakın tarihi ile yüzleşmesi, aslında filmi izleyenlere bir nevi mevcut diktatörlüğümüzü de anımsatabilir. Keyfi tutuklamalar, medyanın susturulması, hiçbir anlamı olmayan diziler ile halkın uyutulması, halkı selamlayan sözde demokrat bir lider… No filmini izlerken çoğu yerde kendi ülkemin haline göre kıyaslamalar yaptım ve hiçbirinde de çelişkiye düşmedim, ne yazık ki. Aslında 60’ların başında başlayıp uzun bir süre devam eden bizim ülkemizdeki olayların bir başka versiyonu Şili’deki bu uzun dikta rejimi. Nedense bu gezegenin neresinden bir üçüncü dünya ülkesi çekerseniz çekin, aşağı yukarı aynı sonuçlar ile karşılaşmanız hiçten değil. No’yu izlerken fazlasıyla “iç çekenler” hakkında düzgün sözler söylenebilir ama “bakın bizde ileri demokrasi var, yazık bu Şilililere” diyenler için tıbbi destek bile yetersiz gelebilir.

No, Das Leben Anderen gibi “yer yer” batıcı ve emperyalist bir tutum sergilemeden ülkesinin yakın tarihine ışık tutuyor. Final sahnesinde bile “acaba biz doğruyu mu yaptık” düşüncesini düşündürtüyor. Sonuçta bu No kampanyasının en büyük destekçileri, Amerika Birleşik Devletleri (dünyanın en saçma kafiyesi). Şaşalı, abartılı bir zafer öyküsü yerine naif, yerinde bir hikaye anlatmayı tercih eden No, başta Pablo Larrain ve senarist Pedro Peirano olmak üzere, Gael Garcia Bernal ve tüm oyuncu kadrosunun kusursuza yakın performansı ile süslenmiş, çok iyi bir film. Amores Perros ve Babel ile oluşmuş Gael Garcia izleyicileri de istediğini fazlasıyla alacaklardır, buna eminim.
9/10

Lincoln (2012)

Amerikan sinemasının tarihindeki belki de en iyi 25 yönetmenden birisi olan ve 90'lı yıllarda onur ödüllerini bir bir toplayan; 1999 Oscarlarında ayakta alkışlanan ve bunlara rağmen sektörün içinde olmayı reddetmemiş bir sinemacı olan Steven Spielberg'ün son filmi, Lincoln. Son yıllarda kariyerinin büyük bir bölümünü blockbuster filmlerden para kazanmaya harcayan Spielberg, çok geç olmadan yeteneklerini heba etmemeyi tercih etmiş anlaşılan. Uzun bir süredir Oscar yarışının içinde aktif olarak görünmeyen efsanenin, Saving Private Ryan sonrası en büyük ayak sesleri diye tanımlayabiliriz aslında Lincoln'ü. 

Steven Spielberg'ün filmlerindeki "yönetmen sinemasının" farklılığı, çoğu kişiye bir eksiklik olarak görünse de Spielberg'ün bu konuda farklı bir kadraj anlayışı var. Çoğu zaman hikaye anlatıcısı rolünde ilahi bakış açısını kullanan yönetmen, hiçbir şekilde filmin teknik detaylarının ve metninin egoist bir biçimde önüne geçmek istemez. Bu yüzden de filmleri iyi bir anlatıma ve akıcı bir kurguya sahip olur. Bunda artık 35 yıldır el ele kol kola çalıştığı kurgucusunun, bestecisinin, görüntü yönetmeninin ve yapımcılarının payı çok büyüktür.

Spielberg, yine anlatıcı rolünü tercih etse de, bu sefer hiç sürükleyici bir film çekmeyi tercih etmiyor. Tony Kushner'ın belki de 2012'nin en iyi senaryosunu yazdığı filmde; Amerika'nın efsane başkanı Abraham Lincoln'ün, zorlu bir iç savaş döneminde anayasaya zencilere insanlık hakkı tanıyan ve köleliği tamamen ortadan kaldıran 13. ek maddeyi ekleme kampanyasını anlatıyor. Bu sayede, hem kuzey-güney arasındaki bu anlamsız savaş son bulacak, hem de 2. sınıf insan muamelesi gören zenci kölelerin hukuk önünde eşit yargılanması sağlanacak. Lincoln'ün başkanlık hayatı boyunca uğraştığı tek büyük projesi olan bu özgürlük mücadelesi, birçok siyasi entrikanın, kibrin ve tarifi imkansız berbat bir savaşın içinde geçiyor. 

Lincoln'ün sadece belirli bir dönemine ışık tutan senaryosu, Angels in America mini dizisiyle ve Broadway'den sayısız oyunla tanıdığımız üstat Tony Kushner'a ait. Fazlasıyla diyaloğu ve alt metni bünyesinde bulunduran zengin metin, Spielberg'ün iyi hikaye anlatıcılığı sayesinde fazlasıyla parıldıyor. Filmin diğer Spielberg filmlerinden daha ağır başlı ve dört başı mamur bir anlatım takınmasının tek sebebi de, belki de Spielberg'ün hayat boyu projesi olarak görebileceğimiz, Amerika'nın kahramanı olarak görülen Lincoln'e yönetmenin tamamen bu kadar yoğunlaşmasından ötürü. Yani çoğu Spielberg hayranının filmin ortalarında hikayeyi beğenmeyip filmi izlemekten pişmanlık duyması, dünyanın dört bir yanından gelecek olası alametler.

Time tarafından "yaşayan en iyi aktör" olarak gösterilen Daniel Day-Lewis'in, bazen teatral bir biçimde parıldadığı, bazen naif çıkışları ile göz kamaştırdığı performansı, uzun süre sinemada göremeyeceğimiz kadar olağanüstü. Bunun yanında Tommy Lee Jones ve Sally Field'ın yardımcı rollerdeki performansları, bu üçlünün senenin en iyi performans filmlerinden birisinin temelini attığını da söyleyebilirim. Bunun dışında David Strathairn, Hal Holbrook, John Hawkes, Jared Harris ve kritik bir role sahip olduğunu düşündüğüm David Costabile'in performansları da fazlasıyla kayda değer. Joseph Gordon Lewitt, bir sene içinde birden fazla filmde rol aldığı için karakteri es geçilmiş ve performansı da ona paralel ilerliyor.

Oscar sezonunda harika bir performans sergileyen film, 2013 Oscarları'nda da 12 dalda aday gösterildi. Yakın zamanda da DGA, PGA, WGA, BAFTA ve birçok önemli ödül töreninin ve birliğin takdirini kazanarak Şubat sonunda boy gösterecek. War Horse filmi ile bence sinemasının en "underrated" filmini çekmiş Spielberg'ün, kimilerine göre geri dönüşü, kimilerine göre son zamanlardaki en iyi filmi. Hayranlıkla izlediğim ve beni sinemaya aşık eden Spielberg'ü tekrar bu denli harika bir filmle görebilmek çok iyi geldi açıkçası.

Kısacası Lincoln, ucuz Amerikan Milliyetçiliği kurnazlıklarına takılmadan, şovenist ve faşizan duygular ile Lincoln'ü yüceltmeye çalışmadan; özgürlük, hür irade, savaş, kölelik ve en önemlisi demokrasi hakkında fazlasıyla akılda kalıcı dersler veriyor. Günümüzün Cumhuriyetçi Amerikan siyasetçilerine bakacak olursak, hatta genel olarak o kokuşmuş ülkenin kokuşmuş siyasetine bakacak olursak, siyasetin ne demek olduğu hakkında iyi bir öğreti oluveriyor onlar için bu film. Senenin en iyi filmlerinden...

10/10

10 Ocak, 2013

Flight (2012)

Hollywood ana akım sinemasının 80'lerdeki ve 90'lardaki en dikkat çekici temsilcilerinden; Forrest Gump, Geleceğe Dönüş Üçlemesi ve Cast Away gibi filmlerin yönetmeni Robert Zemeckis'in, CGI destekli animasyon filmlerden sıyrılıp kendi sinemasına döndüğü bir iş Flight. Hatta ve hatta kendi sinemasının da çıkardığı en farklı ve en sanat sinemasına yakın örneklerinden birisi.

Önceleri pek önem taşımayan ortalama filmlerin senaristi olarak tanınan John Gatins'in hiç olmadığı kadar iyi bir metinle karşımıza çıktığı filmde; alkolik ve madde bağımlılığıyla sorunları olan, eşinden ve çocuğundan ayrılmış bir pilot Whip Whitaker'ın, standart bir uçuş sırasında uçağının türbülansa girmesini ve usta pilot manevralarıyla uçaktaki yolcuları kurtarmasını konu alıyor. Bu uçuş sırasında kanında uyuşturucu ve hatırı sayılır seviyede alkolün bulunduğunu öğrenen hükümet, kazada ölen 6 kişinin sorumluluğunu Whip'e atmaya çalışıyor. 

Din, ahlak, adalet, yalanlar ve en önemlisi hayat hakkında birçok altmetni bünyesinde bulunduran Flight, John Gatins'in hiç olmadığı kadar zirveye çıkmasının bir belgesi aslında. Muhafazakar kimliğiyle tanınan yönetmen Zemeckis'in de filmi muhafazakarlaştırmadan, klasik bir "kaybeden alkoliğin yaşam mücadelesi" anlatısını tercih etmeden okumasını yaptığı bu senaryo, iyi bir yönetmenlik başarısıyla kotarılıyor. Başroldeki Denzel Washington'ın yine kariyerinin piklerinden birisini yaptığı harika performansı, 1995 yılında vasat bir alkolik performansıyla Oscar almış Nicolas Cage'i hatırlatıyor ve onu kısa sürede unutturuyor. Akademi tarafından fazlasıyla sevilen bir oyuncu olan ama son zamanlarda kötü filmlerde boy göstermesinden ötürü eskileri aratan bir başka aktör olan Washington'ın Oscar sezonunda adı fazlasıyla anılacaktır. 

Flight, Amerikan sinemasının ihtiyacı olan "beşeri filmler" standardına kendini adapte etmeyi başarabilmiş, ama bunun karşılığını beşeri kaynaklardan alamamış bir film. Her ne kadar eleştirmenler tarafından fazlasıyla olumlu olarak karşılansa da, seyirci bazında okumasının yanlış yapıldığını düşünmekteyim. Ve bir kez daha Kubrick'in "bir filmin seyirci bazında birden çok cevabı olabilir" sözünü aklıma getirerek kendimi yatıştırmaktayım. Ama benim için Flight, sadece "performans filmi" yaftasıyla adlandırılamayacak kadar güzel bir film. 

Not: John Goodman'a yakın zamanda en iyi karakter oyuncusu ödülü verilsin. Çünkü Hollywood, Paul Giamatti'den sonra zırt pırt her filmde görünen bir başka aktör daha bulmuş.

8,5/10

Argo (2012)

Oscar sezonu geldi çattı, ortasını bırakın sonuna bile geldik. Yarın Oscar adayları açıklanacak, ama ben hala kendimi Oscar temposuna sokamadım. Herhalde son birkaç yılda Oscarlara en ilgisiz olduğum döneme denk geldim. Uzun süredir de film izlemiyordum. Bu sessizliğimi Argo ile bozmaya karar verdim. 

Kamera arkasındaki yeteneklerini 2006 yılında Gone Baby Gone adlı müthiş bir filmle keşfettiğimiz son dönemin en ilgi çekici yönetmenlerinden olan Ben Affleck, 3. uzun metrajı Argo ile CIA'in 1997 yılında; adeta İran'a nazire yapma amacıyla kamuoyuna açıkladığı "Operasyon Argo" makalesinden uyarlanarak hazırlanmış bir film. Fazlasıyla batıcı, vurdumduymaz ve liderlik vasfı bulunmayan bir liderin, Şah Rıza Pehlevi'nin devrilmesiyle ortaya çıkan "şeriat devrim ateşi", büyük düşmanlık beslenen ve ezelden beri sevilmeyen ABD'ye kadar sıçrar. Tahran'daki ABD Büyükelçiliği'ni kuşatan milisler, birden fazla Amerikalıyı rehin alırlar. Ama elçilikteki 6 kişi, bir şekilde Kanada Büyükelçiliğine sığınır ve o kaos ortamından kaçarlar. CIA ve Beyaz Saray bu durumdan haberdar olduğunda ise, Tony Mendez adındaki bir ajanı görevlendirir ve onun "sahte film" fikrini kabul eder. Tony, Hollywood'daki Lester ve John yapımcı ikilisiyle projeyi hazırlar ve Tahran'da tutsak kalmış 6 Amerikalıyı, film ekibindenmiş gibi göstererek oradan kaçırmaya çalışır. 

Senarist Chris Terrio'nun Joshuah Bearman'ın makalesinden uyarlayarak yazdığı senaryo, 2012 yılının yazılmış en iyi senaryolarından birisini perdeye taşıyor. Bunun yanında, filmin son 45 dakikasındaki yüksek gerilim atmosferini sağlayan kurgu, yine senenin en iyi kurgusal meziyetlerinden birisini izlememizi sağlıyor. Bunun yanında Ben Affleck'in kamera arkasındaki olgunluğu ve gittikçe ayakları yere basan bir hal almış görüntüsü, filmin meziyetlerine meziyet katıyor. Tek eksiği Affleck'in, kendi de dahil olmak üzere oyuncular üzerindeki pasifliği. Neyse ki kadrodaki birkaç yetenekli oyuncu bu durumu kurtarmaya yetiyor. Alan Arkin bu Oscar sezonunda çok ön plana çıksa da asıl aslan payı Bryan Cranston'da. 

Klasik bir milliyetçi melodram izletmek yerine Affleck, hem Hümeyni öncesi batı hayranı Pehlevi'ye dokunduruyor, hem şeriat rejiminin diktatoryasında yaşam mücadelesi veren diplomatları anlatmaya çalışıyor, hem de Sam Amca'nın eksik ve gedik noktalarına parmak basıyor. Ve bunu da altını çizerek söylemek gerekirse "yıldızlı bayrağı fazla sallamadan" uyguluyor. Kısacası Argo, senenin en meziyetli sinema filmlerinden birisi oluveriyor. Oscar sezonunda adının birden fazla geçmesi de en büyük ümidim.

9/10