12 Years A Slave

12 Years A Slave

İngiliz yönetmen Steve McQueen'den mühür niteliğinde bir film.

Blue is the Warmest Colour

Blue is the Warmest Colour

Abdellatif Kechiche'den 2013'ün en çarpıcı başyapıtı.

24 Aralık, 2011

Moneyball

Parayı Yönetme Sanatı

Bu günlerde filmlere doğru düzgün eleştiri yapamaz konuma gelmiştim. Menopozdaydım anlayacağınız, neyse, toparlandım bir film ile. Bu yıl diyordum ki "öylesine işler izledik ki, düşünün, daha izlemediğimiz bir sürü başyapıt var" diye. İşte onlardan bir tanesi ile karşı karşıya geldim bugün. Bu yılın ortalarında merakla bekliyordum, fragmanı ilgimi çekmişti, keza en önemlisi senarist kadrosu beni büyülemişti resmen. Neyse, bırakırsam geyiği, çok iyi bir film izledim vesselam..

Yaşanmış bir olay.. Bir kitaptan uyarlama. Bir beysbol kulübünde menajerlik yapan Billy Beane'in hikayesi. 30 milyon $'lık takımı, 100 milyon $'ın üzerindeki büyük babalara karşı oynatacak bir takım yaratma yarışında bu adam. Gene bir imkansızın öyküsü. Ama öylesine bir ele alma var ki burada, hani öylesine bir uyarlanmış ki, resmen tadı damağınızda kalıyor. Sonundaki buruk sevinciniz de zaten onu gösteriyor. Konu itibariyle bizim Trabzon'u muza, Bursa'mıza benziyor. Yabancı değiliz, sadece spor dalları farklı, o kadar.
Billy Beane
Brad Pitt'e ayrı bir parantez açmadan önce, şu iki cambaza bir ayrı parantez açmak gerekir sanırım. Zailian ve Sorkin'in kalemlerini zaten biz biliyoruz, milliyetçi denemelerde film yapıyorlar görüntüsü verseler de, aslında yakından uzaktan alakası bile yoktur. Sadece ülkesinin konularını ele almayı severler. Bu sefer ikisini aynı kefede görüyoruz. Onların kült hayran kitleleri için bulunmaz fırsat bu film, çünkü bir senaryoda olmazsa olmaz alt metinleri kullanmasını çok iyi bilmişler. Filmin ilk bir veya bir buçuk saatinde bunu pek anlayamıyorsunuz, bu mu senaryo diyorsunuz. Ama Billy Wilder'ın (veya Hitchcock'tu, tam bilmiyorum) o harika sözünü getiriyorlar akıllara son 40 dakikada. Yazmama gerek yok sanırım.
Billy ve Peter
Baş rolünde ışıl ışıl parlayan, monologları ile ortalığı yıkıp geçen bir Brad Pitt yok, sadece fazla soğukkanlı ve fazla mükemmel bir rol kesiyor. Kimilerine göre boş boş oturuyor, ama oturmanın da bir adabı var. Kimilerine göre bundan daha iyi bir çok performansı var, ama karşılaştırmamız gereken daha önceki beysbol performansları. Mesela tarihin en berbat filmlerinden Any Given Sunday. Veya kardeş dal olan bir rugby filmi Invictus. Gönül isterdi ki Brad Pitt bu performansıyla ödüle kadar uzansın, ama ödüle uzanmak için George Clooney ve Jean Dujardin faktörlerini aşması gerek.


"Kamerayı mıncıklayan adam" olarak tabir ettiğimiz görüntü yönetmenliğinde Wally Pfiser gibi kudretli birisi mevcut. Nolan filmlerinde çizdiği görüntü ustalığı, özellikle Inception, herkesin aklındadır. Pek bir artısı olmaz bu filmin izlenebilitesini arttırmak için, ama bu sözüm sinefillere zaten. 
Antremanda yıldızı parlayan oyuncu.
Dikkat ederseniz yönetmene bir parantez açmadım. Çünkü bir yönetmenlik başarısı görmedim filmde. Ama filmi tabii ki genel olarak ele alırsak, bu yılın en ama en sağlam filmlerinden birisi. Öyle her spor filmindeki gibi son saniye üçlüğüyle de bitmiyor. Çok ama çok dokunaklı bir finalle bitiyor. İlgililere duyrulur.

17 Aralık, 2011

Big Fish

Bana Bir Masal Anlat Baba

Edward Scissorhands ile başladığım Tim Burton sinemasının dengesizliğini herkes bilir. Bu adam bir başyapıt, bir rezil, bir başyapıt, bir rezil sıralamasıyla devam eder her zaman. 90'ların seviyesiz Batman'lerinden, 2000'lerin çok muhteşem Big Fish'ine kadar uzanır çizgisi. Senaristi olmasa da, sanki yönetirken yazıyormuş gibidir. Başkadır bu adamın sineması, başkadır Tim Burton...

Hayatı her zaman küçük görenler, kendi kaplarında yok olup ölenler vardır. Ama biz öylesine bir adamla tanışıyoruz ki, Ed Bloom, fırlama doğmuş bir çocuk, korkusuz ve maceraperest bir çocuk... Bir insanın hikaye olabilmesi için fazlaca yaşanmışlık gerekir her zaman, bunu fazlasıyla yaşıyoruz. Cadının gözünden ölümünü gördüğündeki rahatlıktan anlıyoruz bu filmde eğleneceğimizi. 


Tim Burton'un kendince en kişisel filmi olarak gösterdiği bir film. Masalcı dede lakabındaki Hayao Miyazaki'yi aratmıyor neredeyse. Filmin her sekansında, bir masal kitabının sayfalarını çeviriyor babamız sanki bizlere. Büyüdükçe masalların ne kadar yalan olduğunu anlarız ve bize anlatılmaz ya artık onlar. İşte öylesine bir noktadan sesleniyor bize Burton. Öleceği günü bilme rahatlığıyla tüm kahramanlıklara atılan, hatta bir devin karşısında rahatça dikilebilen birisi anlatıyor bize. İçeriğe girmeden, övgülere başlayalım.
Ed Bloom
Başarıyla çizdiği çok önemli sahneler var filmin. Özene bezene çekilmiş, haddinden fazla etkileyen. Birisi kesinlikle yeşil çimenli kasaba sahnesi. Burada, hem yönetmenin, hem de senaristin ciddi bir ustalığını görebiliyoruz. Şehrin hay huyundan uzak yaşayan, huzurlu, mutlu, eğlenceli bir topluluk burası. Hani diyorum ya, kendi kaplarında ölüp gidenler vardır diye. Annesinin rahminden bile fırlayarak çıkan bir çocuktan bahsediyoruz biz. Bizim Obi-Wan'ımızdan.
Ed ve Sandra
Büyüleyici güzel yüzler görüyorsunuz ve bunları taşıyan harika performanslar. Özellikle Drag me to Hell ile tanıştığım doğal afet Allison Lohman'a ayrı bir bölüm açmak gerekir. Ama zaman yok, onu da siz açarsınız.
Her ne kadar Alice in Wonderland ile klişeden öteye gitmeyen bir Alice masalı anlatsa da bizlere, aslında 2003 yılında Ed Bloom karakteri ile başka bir Alice'i anlatmış Burton, haberimiz yok ! Her sahnesini, planını, sekansını ayrı ayrı değerlendirmek huyum değildir, sonuçta bu zevki siz tatmalısınız. Ama yaşlar ilerledikçe kaybolan masumiyet ve hayalperestliğin tam son raddesinde bu film. Tim Burton'un da en iyi işi.

14 Aralık, 2011

2011 #TOP 10 (Etkisiz Liste)

Eveeet.. Bir çok elementi gördük, bir çok elementi tanıdık. Sıra geldi en civcivli bölüme... Yılın en iyilerini seçmeye. Daha sonuçlanmamış bir yıl ve Türkiye sinemalarına geç gelen filmleri de hesaba katarsak, bu yıl çok müthiş filmler izledik açıkçası. Hepsi de "Oscar Sezonu" diye adlandırılan son çeyrekte geldi neredeyse. Geçen sene de aynı vaka-i hadise vuku bulmuştu. Bu sene sinema kendini ciddi biçimde toparladı. Gerek bağımsızlar, gerek çok zorlayan filmler, gerek doğu sineması (Türkiye ve İran) bize çok farklı şeyler izlettiler. Bu "şeyler" ne ? Şimdi oradayız işte. Listeyi yaratmak tam 3 saatimi aldı. Arkanıza yaslanın ve okuyun dostlar.

  • 1. lik 2 film arasında paylaştırılmıştır.
  • Liste Aralık ortasında hazırlandığı için değişime uğramıştır.
  • Son güncelleme 01.02.2012 tarihinde yapılmıştır.

#1 Hugo
Belki de en zor iştir 1. leri seçmek. Öylesine filmlerin hakkı yenir ki bazen, öylesine isyanlar çıkar ki fanlar tarafından. Ama durun, bu yıl öyle bir film izledik ki biz, çoğu kişi anlamadı tabi, her açıdan çok gerçekçi yenilikler getirdi bize. Biz zannederdik ki Spielberg tarihin en iyi masalcısıydı. Ama Scorsese, kadim dostuna öyle bir gol attı ki, uzun süre unutulmayacak cinsten. Hugo, bu yılın en sıcak, en başarılı, en sevimli ve en dramatik filmlerinden birisiydi. Çocuk filmi statüsünde asla değil, Cinema Paradiso hayranlarına bir saygı duruşu niteliğinde resmen. Biyografik ve fantastik anlatımıyla içinize büyük bir huzur sokuyor. Yılın en iyi filmi.

#1 The Artist
Listemi değiştirmeme sebep olan bir başka film daha. Ama durun, bu filmden de öte birşey. Resmen olağanüstü bir başyapıt ! Kısa sürede kült oldu, ne mutlu ki. Uzun süredir beklediğim bir projeydi, filmekiminde kaçırmamdan dolayı merakımdan geberiyordum resmen. Açıkçası bir Singin' in the Rain hayranı değilim, ama onun 2011'deki muhteşem versiyonunun feci hayranı olduğumu söylemeden edemeyeceğim. The Artist, sessiz filmden sesli filme geçiş dönemindeki Amerikan Rüyası eleştirisini en iyi yapan filmlerden birisi. Başta olağanüstü köpeği Uggie, muhteşem yönetmeni Michel Hazanivicius ve harika oyuncuları Jean Dujardin - Berenice Bero ikilisini ayakta alkışlıyorum. Yılın en iyi filmi ödülünü paylaştırmamı sağlayan  sinemaya saygı duruşu niteliğinde bir film daha.

#2 Bir Zamanlar Anadolu'da
"Bir dakika, listende Türk filmi ne arıyor" çığlıklarınızı duyar gibiyim. Ama sakin olun, bir şovenistlik gösterisi için yazmadım bu filmi listeme. Hugo çıkana kadar bu yılın en iyi filmiydi tarafımca. Sinematografisi bir yana, olağanüstü özgün senaryo zekası başlı başına filmi "başyapıt" statüsüne taşımaya yeter de artardı bile. Ama alışılmışın dışında bir kara mizah, popüler oyuncular, bol ve alt metinli diyaloglar, şaşırtıcı plot twistler bizi resmen büyüledi. Fazlaca övüldü, bende o gruptanım. Ama sinemamızın 2000'lerdeki en büyük zirvesi hangi film diyecek olurlarsa hiç düşünmeden bu filmi söylerim. Teşekkürler NBC. Teşekkürler hepinize !

#3 A Separation
Bu yılın en iyi yabancı filmlerinden gösterilen bir film karşınızda. Ne yazık ki Ekim ayında tanışabildim zat-ı şahsiyetleriyle ancak. Geç oldu ama temiz oldu. İran sinemasının, isterse neler yapabileceğini gösteren, onlar bazında izlediğim en iyi filmi olan bu harika film, bir Asghar Farhadi filmi. Altın Ayı'dan ödül falan almış bunlar hava cıva, ona bakarsanız Bal'da ödül aldı ama hiçbir işine yaramadı. Ama bu yıl The Artist'ten sonra en iyisi olarak gösterilmesinde sanırım gene ama gene defalarca kez söylediğim ve savunduğum senaryo ustalığı mevcut. Adalet sistemini, suçlu-suçsuz ayrımını, bir anneyi, bir babayı, baskıcı ve totaliter rejimi, herşeyi görüyorsunuz filmde. Detayına girmeyeceğim, giren arkadaşlardan devam edersiniz. 2. kez izlediğimde senaryonun müthişliğine tekrar tanık oldum. Bu yıl 2 müthiş senaryo çıktı karşımıza, ikisi de bizim topraklardan, birisi Türkiye, birisi İran...

#4 The Tree of Life
Bu yılın en enteresan ve zorlayıcı filmi olan Hayat Ağacı, Malick ustanın 10 yıl üzerinde uğraştığı bir proje. Anlaşılmaz bir dilde, çoğu izleyen beyninden vurulmuşa dönüyor resmen. Bu yılın tartışmasız en iyi bağımsız filmi. Ama, benim hem puan kırıp hem de listeme aldığım bu film, haddinden fazla mükemmel. Bu yüzden de bizim beyin sınırlarımızın dışında bir yerde, el sallıyor bizlere. Önce ölen bir çocuk, sonra big bang, ardından diktatör baba ve pamuk anne çatısında büyüyen çocuklar... En sonunda gelen cennet ritüeli ve son. Gerçek bir hayat ağacı, her bir şeyden bir kaç kare çekilip birleştirilmiş gibi. Görsel anlamda ciddi büyüleyiciliği var, ama yılın en zor ve en müthiş filmlerinden birisi. Malick sinemasının da en zor işi bu. İzlemeyin, sadece yorumları okuyun. Yoksa tüm bildiklerinizi bir anlığına unutabilirsiniz. (Ben izledim bu arada)

#5 Drive
Aslında bir David Lynch filmi izleyemedim şu güne kadar. Ama onun tarzına fazlasıyla benzetilen müthiş bir film izledim bu yıl. Bağımsız ruhun neler yapabileceğini gösteren, her yanından başyapıt kokan, Ryan Gosling'in yarı psikopat bir karakter çizdiği bu harika filmden bahsediyorum. Nic Winding Refn'in müthiş bir kadraj anlayışında Cannes'da en iyi yönetmen ödülünü almasıyla başlayan popülerliği boş değilmiş. Breakin' Bad ile hayranlığımı kazanan Bryan Cranston, Mad Men'in seks objesi Christina Hendricks, nam-ı diğer Hellboy üstat Ron Perlman'ın yardımcı roller ile Gosling'e destek verdiği bu harika filmi kaçırmayın. Çekim kalitesi bu kadar üst düzey olan bir film bu yıl gelmedi. Emin olun buna.

#6 Midnight in Paris
Geldik Woody Allen sineması ve zekasına. Daha önce hiçbir filmini izlememekle beraber, ne kadar komik bir adam olduğunu bilmekle beraber bu filmi izlemeye koyulmuştum. Evet, başarılı bir paris çizmiş bizlere. Ama ötesinde birşey var, Woody Allen ve Paris. İşte bu bize klişe Paris boyamalarından daha öte birşey gösteriyor. Salvador Dali'si, Picasso'su, Hemingway'i, Alter Ego Woody Allen'ı ve en önemlisi Marion Cotillard'ı ile başka birşey görüyoruz biz. Büyüleniyoruz, 20'leri yaşıyoruz, 1800'lerin sonunu yaşıyoruz, hatta Rönesans'a gidiyoruz. Woody Allen zekası bu filmde ölçülür mü bilmiyorum ama, ben 90 dakika boyunca ekran dışında hiçbirşeye bakmadım. Sanırım ölçülürmüş.

#7 Warrior
Rocky, Raging Bull, The Fighter, Cinderella Man, Ali... İlk aklıma gelen boks filmleri. İçlerinde tartışması bile ayıp en iyisi tabi ki Ali.. Şaka şaka hemen korkmayın, Raging Bull. (ne mal adam kendi yapıp kendi gülüyor, - e ben kime gideyim ?) Neyse. Bu yıl yükselen yıldız Tom Hardy faktörü sayesinde 4 gözle beklediğim bir filmdi Warrior. İlk çıktığında çok iyi tepkiler almasına karşın popüler olamadı The Fighter gibi. Farklı gözükmese de çok farklı bir konu işlenişi üzerinden gidiyor, çok sarsıyor, bu yılın en iyi dram filmi olma yolunda önündeki rakiplerine feci kroşeler sallıyor. Kime sorduysam, kim izlediyse "bu yıl gördüğüm en iyi iş veya işlerden birisi diyor. Evet, büyük bir çekiciliği, fazlaca başarılı profesyonel sahneleri var. Bir kaç yıl sonra kült olacağını düşündüğüm bu harika yapımda Tom Hardy ve Joel Edgerton'un über performansları mevcut.

#8 Moneyball
Bu yıl etkilendiğim ender filmlerden birisi. Geçen sene The Social Network'ten de etkilenmiştim, o pek yansımadı seyirciye. 
Durgun havada ilerlemesi genel geçer seyircileri üzer, hiç bulaşmasınlar. Ama iki müthiş senarist çok çok iyi iş çıkarmış. 
Brad Pitt öyle sakat, gay, havada uçup kaçan, bir sürü monolog ile şov yapan bir performans sergilemiyor, sadece rolün hakkını fazlasıyla veriyor. Listemi keşke yıl sonu yazsaydım dedirtti bu film bana. 

#9 Rango
"Haydaa.. Bir animasyonumuz eksikti be birader" demeyin hemen. Maaşallah sizde hemen yapıştırıyorsunuz cevapları, bir durun bak dinleyin önce. Western ve animasyon dünyası.. Yapıldı, evet. Ama çok cüzi ve naif biçimde. Böylesine sükse yaratacak ve görselliğiyle büyüleyecek şekilde değil. Şu ana kadar en iyi görsel animasyon özelliğini de taşıyor. Üstüne üstlük bir Gore Verbinski işi, müzikleri Hans Zimmer'a ait. Senaristi de öyle çok basit birisi değil (John Logan), bir animasyon yazıyorsunuz, ama günümüzün animasyonlarından herkes Wall-E, Toy Story 3 bekliyor. Ben de diyorum ki Wall-E ve Toy Story 3 arasında bir başyapıt bu animasyon. Çok da iddialıyım ve ciddiyim. Birkaç yıl sonra değeri bilinecek, biraz dejavu yaparsanız hatırlayacaksınızdır. Johnny Depp ve üstüne yapılan Yekta Kopan seslendirmelerini ayrı ayrı dinleyin. Bu yılın Pixar'sız en iyi animasyonu.


#10 The Descendants
Listemin değişken olduğunu geçen yılın sonunda söylemiştim. İşte bir örneği daha. Hollywood ana akım sinemasının bağımsız cenahının en önemli temsilcilerinden birisi olan Alexander Payne’in, George Clooney’i yanına alarak çıktığı Hawaii yolculuğundaki son filmi, The Descendants. Daha önce yönetmenin hiçbir filmini izlemememe rağmen, kariyerinde About Schmidt, Sideways ve Election gibi önemli bağımsızları bulundurduğunu biliyordum. Oscar yarışında beklediğim filmlerden birisi olan Descendants, bu yılın en iyi Dram filmi olma özelliğini Altın Küre’den ödül alarak pekiştirdi. Bağımsız filmlerde rastlanılan önemli özelliklerden “castı yüceltme” gibi önemli vasıfları olan film, bize yaratıcı dramın en önemli örneklerinden birisini gösterme konusunda usta.


#11 Harry Potter and the Deathly Hallows : Part II
Listenin saygı duruşu niteliğindeki tek filmi. Sinemaya öyle ortalığı yıkacak, yıllarca konuşulacak büyük katkıları olmadı, ama bizim fantastik beynimize öylesine sinyaller yolladı ki bu sekizleme, açıkçası en muhteşem fantastik seri oldu (film çokluğu dolayısıyla) çoğunluğun gözünde. Yepyeni setler, her filmde daha da bir artan sinematografi, sanat yönetimi, göz alıcı kostüm tasarımı, çok başarılı makyajlar ve görsel efektler. Serinin en iyisi çoğu kişiye göre 3. film olsa da, bana göre 4. filmin ulaştığı zirveden onu aşağıya itmiş gibi duruyor bu film. Her ne kadar sonu kitaptaki gibi sönük ve dramatik bitse de, 2001'den beri hayatımızda olan 10 yıllık efsaneye saygılar ile bu yılın en iyi filmlerinden birisi olarak meseleyi kapatıyorum.

#12 X-Men First Class
Bu listede bir süper kahraman filmi görmek ne kadar anormal birşey acaba ? Dört gözle beklenen bir prequel projesiydi kuşkusuz. Bryan Singer'sız 3. filmden ve bir tane prequel filminden sonra iyice ama iyice gözden düşmüştü seri. Özellikle 2. filmde getirdiği çok yüksek seviyeyi, belki de Nolan'ın Batman'leri dışında kimse geçemedi. Bu sefer kızağa çekilip yapımcı koltuğundaydı. Matthew Vaughn gibi hem yapımcılıkta, hem de yönetmenlikte kendisini fazlasıyla kanıtlamış birisi gelmişti koltuğa. Müthiş bir senaryo ile de öylesine işlendi ki, bu yıl gördüğüm en iyi süper kahraman filmiydi. Bir prequel olması da ayrı bir süsü aslında. Oscar'da teknik dallarda kazanabilir, çünkü adı üzerinde "Süper Kahraman Filmi". Bu yıl izlemediğim birkaç "başyapıt adayı" daha var listemde, belki onlardan sonra benim de gözümden düşebilir film. 

10 Aralık, 2011

The Fugitive

93 Yapımı Max Payne
Yaptığı inanılmaz gişe ile adından 93 yılında fazlasıyla söz ettiren polisiye-suç temalı bu harika filmi, nam-ı değer The Fugitive'i geçtiğimiz günlerde keşfettim. TV de bir bölümünü izlemiştim, bizim TV lerimiz böyle filmleri çok seviyorlar, kötü anlamda değil, iyi ki böyle filmleri seviyorlar.

Özellikle Jason Bourne üçlemesini izledikten sonra aksiyon filmi dediğimiz türün ne kadar boş olduğunu öğrenmiştim. Çünkü Bourne serisi, belirli bir çıta koymuştu bu türe. Bol keseden çekilen 2. ve 3. sınıf saçma aksiyonlar ile vakit kaybedeceğime, derin araştırmalara girdim. Bazen IMDB'de saatlerim geçiyor bu işi yaparken. Zevk de alıyorum açıkçası, IMDB'de surf yapmak, face ve twitter da geyik yapmaktan çok ama çok faydalı. Tavsiye ederim. Neyse, burayı geçersem Face/Off ile tanışmıştım bundan 3 ay önce. Adını ve sanını duymakla beraber merak ediyordum açıkçası. Bu filmi de atlattıktan sonra bu türde kült film arama yoluna koyulduğum son aylarda, The Fugitive'e rastladım. 
Dr. Richard Kimble
Diyorum ya, benim amacım 3. sınıf aksiyon filmleriyle vakit öldürmek değil, bu türün en kült ve en başarılı, aksiyonu az, macerası ve sürükleyiciliği çok filmlerini arıyordum. Yani sadece film yapalım, pop corn yensin kafasında yapılan bir film değildi bulduğum şey. The Fugitive, şu ana kadar gördüğüm en iyi polisiye filmlerinden birisi. Hatta Seven ve Heat'den sonra gördüğüm en iyi 3. film. Ciddiyim, abartmıyorum.
Det. Samuel Gerard
Konusu, günümüzün en popüler oyunlarından Max Payne'e feci ilham kaynağı olmuş. Kendisi de bir dizi uyarlaması zaten, bunda bir sıkıntı yok. Yani, bu tür konuları, intikam ve polisiyeyi birleştiren konuları sevenler için kaçırılmaz fırsat. İlk fırsatta Bourne hayranlarına ve Die Hard tutkunlarına tavsiye edebilirim. Ayrıca, filmde bulabileceğiniz hiçbir eksik nokta yok. Herşey yerli yerinde, mantık hatasına sebebiyet vermeyecek şekilde ilerliyor hikaye. Akıl dolu senaryosu ve akıl dolu oyunculukları var. Tommy Lee Jones'un Oscar'a ulaştığı harika performansı çok müthiş ve karizma bir polis karakteri çiziyor bizlere.


Gayet müthiş J. Newton Howard müzikleri de cabası. Eğer ki Bourne serisinden sonra büyük bir sıkıntı içerindeyseniz, arayışınız kesinlikle The Fugitive olmalı. Akademi'nin uzak olduğu bu daldaki filmi 7 Oscar adaylığı ile onore etmesi, ayrı bir artısı filmin.

02 Aralık, 2011

Hugo Cabret

Hugo: Georges Méliès'in Fantastik Hayatı

Sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden birisi olan Martin Scorsese'nin, bir nevi saygı duruşu niteliğindeki başyapıtı, Hugo, bu yılın en muhteşem biyografik-fantastik filmi. Ve bu yılın kanımca en iyi filmi. Bir çok element tanıdık, bir çok element gördük ama bu film gibisini bu yıl göremedik. Bu denli sıcak, bu denli fantastik, macera dolu, müthiş görsel şölen ile beraber harika müzikleri, olağanüstü oyunculuklar ve Scorsese farkı ile bu denli profesyonel bir film görmedik, demek istediğim o.

Eğer sinemayı kim yarattı deseydik ilk cevap büyük ihtimal copy+paste yöntemi ile Lumiere Brothers olacaktı. Ama sinemayı gerçek anlamda kim yarattı deseydik, bunun cevabı da Georges Meiles olacaktı, olmalıydı, olmalı. Filmin her ne kadar ilk yarısı, ismi gibi Hugo'yu anlatsa da, filmi film yapan 2. yarıda asıl önemli pay sahibi Melies'in hayatı, biyografik ve fantastik yaşamı. Nefes kesici set dekorasyonları, akılalmaz hayal gücü, ilk kez kullanılan harika sinema teknikleri... Meiles'i anlatmak istesek bu 3 cümle yeterli olurdu heralde. Ama yok, Scorsese öylesine müthiş anlatıyor ki bu hikayeyi, zaten 30'ların içindesiniz orası aşikar, ama bir çocuğun gözünden sinemayı tekrar görme fırsatı buluyoruz. Cinema Paradiso etkisi daha ilk dakikalarda başlıyor. Tek eksiğimiz bir Alfredo'muz yok.
Hugo (Asa Butterfield) ve Isabelle (Chloe Grace Moretz)
Çok muhteşem bazı sekanslara sahip, sanırım birini söylemeden geçemeyeceğim. Hugo'nun gözünden otomaton ile hayallere dalarken, Hugo'nun babası Jude Law geliyor ekrana. Ona bu mesleği, pardon bu yaşam tarzını öğreten babası. Değersiz olduğu düşünülen otomatonu alıp onu insan şekline bürüyen babası. Ama talihsiz bir kazada onu yarı yolda bırakan babası. Hugo, bu anılarından çıkarken otomatona bakıp ne kadar yalnız olduğunu görüyor. Belki de onu hayata bağlayacak şeye bakıyor aslında. Çok zor bir sahne, basit gibi görünse de çok zor.
Secret Key. (Yok o kadar gizem yok, otomaton için)
Gerçek hayata tekrar döndüğümüzde, artık bizi muhteşem Ben Kingsley karşılıyor. Bir o kadar iyi Sacha Baron Cohen(!!!) eşlik ediyor. Bu tür filmlerde yan karakterlerin ne denli önemli olduğunu görüyoruz. Ama dikkat, Kingsley yan karakter olmayabilir. (Yine mi spoiler oldu ne)
Georges Meiles (Ben Kingsley)
Daha önce The Aviator ile üstadın çalışma şansı bulduğu John Logan senaristlik koltuğunda. Aynı zamanda, tüm zamanların en iyi filmlerinden Gladiator'ün de yazarı. Bu yılın en iyi animasyonu Rango'nun, Edward Zwick başyapıtı Son Samuray'ın da. Müthiş bir uyarlama örneği var, orası aşikar. Ama diyaloglar bir o kadar güzel. Senarist bölümünü çabucak geçiştiriyorum, çünkü bu hazzı siz yaşamalısınız.

Martin Scorsese'in, son zamanları bırakın, kendisinin en iyi 10 filminden birisi olacak güzellikte bir film. Müthiş bir CGI kullanımı, 3D kullanımı, klasik ve büyüleyici Scorsese kadrajı, harika
Howard Shore besteleri, tarihi, biyografik ve fantastik anlatımıyla sizi hiç olmadığı güzellikte büyüleyecek, abartmıyorum, bu yılın en iyi filmi. Scorsese'in Cameo'su hiç olmadığı kadar güldürdü beni, Spielberg'ün Tintin'deki Cameo'sundan sonra bu da iyi geldi. Güldürdü. Eğlendirdi. Ama salonda sadece beni. Filmin yapımcıları arasında Johnny Depp'de var, bu da benden ekstra bilgi olsun.

Ay'a Yolculuk'u seyrederken duygulanacak, bir sinema efsanesinin çöküşüne ve yükselişine şahit olacak, hem hüzünlenip hem de mutlu olacağınız bir film, Hugo. Filmin sonunda alkışlamak istedim, hatta "Carpe Diem" deyip alkışlayacaktım. Olmadı işte. Gişedeki muhteşem güzellikteki kıza da öneremedim filmi. Fazlasıyla keşkeler ile ayrıldım sinemadan. Kaçırmayın, gidin. Immortals gibi şişirme bir filme vereceğiniz 3D parasını, mümkünse Hugo'ya verin.

Önemli Not: 
Filmin ilk gösterimine katılan James Cameron'ın görüşü şöyle; “3D’nin sinemada en iyi kullanımı. 3D teknolojisi Scorsese’nin elinde farklı renklere dönüşmüş.''

23 Kasım, 2011

Serpico

Dürüstlüğün Gerçek Hikayesi


Kariyerinin ilk yıllarında, müthiş filmlerde oynamayı başarmış bir adam, Al Pacino. Çağın büyük karizması, büyük usta Sidney Lumet'in polisiye filmi önüne geldiğinde tereddütsüz kabul etmiş. Ve gerçek anlamda da kariyerinin en iyi performanslarından birisini ortaya koymuş. 


Evet, her iki New York Suç Teşkilatı filminde rol alan (The Godfather, Serpico) Al Pacino, bizim istediğimiz çizgiden fazla uzaklara gitmiyor. Bu sefer iyi polis, dürüst polis, sadece dedektif olmak için çabalayan bir polis.. Önünde Corleone ailesindeki imkanlar kalmamış. (Neden açtıysam bu konuyu) Aykırı, hippi, gay olmakla suçlanan, öğrenirken öğreten bir polis. Bütün silah arkadaşları rüşvet peşinde milletin kasasını yalarken, onun yaptığı tek şey önüne gelen yeşilleri elinin tersiyle itmek.

"Al Pacino Karizması" 'na bir örnek.
Sidney Lumet, Amerika'nın kirli donlarını kendi sinemasının her tarafına asmakta usta birisi. Onun filmlerini izlerken elbet ciddi göndermeler göreceğimizi bilerek izliyoruz. Adalet sistemine, suç sistemine, sokaklara, rüşvet yiyen polislere, kokuşmuş medya sistemine, aile düzenine büyük bombalamalar yapabilen bir yönetmen(di). Toprağı bol olsun. Hala bir filmini bile görmedim diyen varsa, kafadan bu filmle başlayabilir.

Dedektif olabilmek için her yolu deniyor.
Polisiye filmlerinin hepsi birbirine benzer aslında, asıl mesele benzerlikleri nasıl saklayacağınızdır. Bir kitaptan uyarlama olan, gerçek bir hayat öyküsünden yola çıkılarak yapılan bu harika filmi kaçırmayın, asla da yılına aldanıp izlememezlik yapmayın. Biliyorum ben, 90'ların filmlerine bile eski film yaftası vuranları. Serpico'nun köpeğine, şapkalarına, sakalına, evine hayran kalacaksınız. Al Pacino'ya büyük saygılar, resmi bir oyunculuk senfonisi var filmde.


Uzun oldu, kısaca kaçırmayın. Ve asla da Training Day, LA Confidental gibi diğer başyapıtlarla da kıyaslamayın. Akıllı sinemasever, akıllıca farkları anlayacaktır.

16 Kasım, 2011

Midnight in Paris

Paris'teki Geceler..


Açık sözle başlamak istiyorum yazıma. Daha önce hiçbir Woody Allen filmi izlemedim ! Kimileri için küfür niteliğinde şu söylediklerim, çünkü usta belirli bir hayran kitlesine sahip dünyada.  Kimileri için de zaten hiç önemli değil bu söylediğim. Romantik komedi diyince de aklıma ne yazık ki Woody Allen gelmiyor benim, Billy Wilder geliyor. Belki ben geri kafalıyım, ama ilkleri severim. İlk bilim-kurgu filmini de, ilk plot twist bulunan filmi de...


Madem açık sözlerle başladık yazımıza, devam edelim bakalım böyle. Ağır film bekliyordum, durgun, 2-3 sahnede mesaj kaygısı taşıyan, son sekansında filmi bağlayıp "ben başyapıt yaptım" edasında seyirciyle adeta billur geçen birşey olmasını. İnsanın başına ne gelirse meraktan değil, önyargıdan gelirmiş. Boşu boşuna germişim kendimi durduk yere. Öyle durmuş bir köşesinde arşivimin. Ama şunu da söylemekte fayda var, bu film bir 90 dk olsa gene izlenir. Hatta sabaha kadar Paris'i çekse yönetmen, gene izlenir. Senaryoda ciddi bir ustalık var. Hemde en ciddilerinden !


Senaryosu zaten beklendiği üzere tipik Woody Allen filmi zekasında. Annie Hall, Manhattan gibi kült romantik filmler çıkarmış birisinden zaten seviye olarak düşük birşey beklemiyordu kimse. Tabi korkular vardı, Vicky Cristina Barcelona gibi, You Will Meet a Tall Dark Stranger gibi vites küçülten bir proje gelebilirdi seyircinin karşısına. Ama Cannes'da çıktığı ilk gün öyle güzel tepkiler aldı ki, sanki üstat son yıllarda yaptığı tüm hataları telafi etmiş gibiydi. Aslında çok da umrunda değildi. Zaten yeterince kredisi olan birisi. Neyse ki böyle düşünen birisi de değil.

Marion ve Rachel arasında seçim yapmak isteyenlere...
Senaryo, Back To The Future hayranları için bir nevi onun "romantik-komedi" versiyonu. Her ne kadar Woody Allen zekası her alanda mis gibi koksada senaryonun, kemik yapısı ve içinde bulundurduğu sivri mesajlar ile andırıyor bize o güzelim üçlemeyi. Ne kadar geçmişe gidersek gidelim, elbet insanoğlunun doğasındaki bıkkınlık gelip rastlayacaktır. Kiminin altın dönemi 1920'lerdir, kiminin 1890'lar, kiminin rönesans, belki de Orta Asya'dır. Hayatın içine girerek herbirini tecrübe eden bir "Woody Allen Alter Ego'su" izliyoruz aslında Gil kadraja girdiğinde.

Owen Wilson'u beğenmeyen, hocasını da beğenmesin sıkıyorsa !
Filmde çoğu oyuncunun kısa kısa rolleri var. Özellikle Kathy Bates ve Adrien Brody'nin rollerine dikkat ! Yan karakterler nasıl başrolden daha popüler olur işte onların göstergesi bu ikili. Zaten Owen Wilson'a hiçbirşey söyleyemeyiz, Woody Allen kendi halefini bulmuş gibi. Pek o taraklarda bezi olmayan birisi ama Wilson. Az çok hangi projelerde rol kestiğini bilenler bilirler. Onun dışında Marion Cotillard başta olmak üzere Rachel McAdams ve Lea Seydoux'un müthiş güzellikleri, bir Woody Allen filminde 3 güzel kızın olması ilkini de taşıyor belki.

Çıldırtan bir güzelliğe sahipsin... (Replik değil bu)
Sinematografisine, kadrajına, zeka dolu senaryosuna ve Paris'e hayran kalacağınız, çok sıcak, romantik filmden haz etmeyenlerin bulaşmaması gereken, Woody Allen'ın en iyi filmlerinden birisi. Değeri verilmiyor, büyük ihtimal de verilmeyecek. Ama bu başyapıt, şimdiden bir kült ve klasik olmaya aday. Ciddi tavsiyemdir.

03 Kasım, 2011

Battle: Los Angeles

"Ciddi" Psikolojik Baskı

70'lerin başında "ciddi" anlamda sinemamıza bulaşan "uzaylı" kavramı, aslında içi boş bir balondan ibaret. Bunu en iyi yapan Spielberg, ülkesinin uzaylı paranoyasını her yaptığı filmde eleştirdi. Hele E.T. filminde öylesine ele aldı ki, belki de kendisinin en iyi filmini yarattığı zamandı. Bu yıllarda da, özellikle 2011 yılında gelen 2 normal uzaylı filminin ilk versiyonu Battle LA filmiydi. Şu an hakkında yapılan tüm eleştirilerin %80'i önyargılı ve üşengeç yaratıklar tarafından yapıldığını da hatırlatmak gerek.


Evet, sıradan bir bilim-kurgu filmi. Hatta ben bu başlığı bile atmazdım. Atmadım da... Sorarsanız "aga bu nedir" diye, anlatacağım, sabredin.


Amerika'nın sürekli bizlere anlattığı uzaylı paranoyasına 2005'te Spielberg'de bulaşınca (1977'de bulaşmadı, adam gibi film izleyin !) artık bu işin suyunun çıktığını, sadece sübliminal mesaj göndermek için yapıldığını "soluduğumuzun hava olduğunu zannetmeyen her kişi" biliyor artık. UFO, Alien, uzaylı.. adına ne derseniz deyin tamamen safsata.


Los Angeles (Yozgat'ı mı beklemiştin ?)


Bakın, bir filmin senaryosu ve kurgusu eleştirilebilir. Ama konusu eleştirilemez. Sonuçta insanlar istediği konudan senaryo yazabilirler. Onu da kurgulayabilirler. Ama, 5 milyar yıllık dünya tarihinde sanki 2011 yılını bekliyormuş hissi veren şu uzaylı saldırısı, korku imparatorluğu kurmak isteyen gizli örgütlerin planından başka birşey değil. (masonlar, onların tehlikeli kuruluşları, çeşitli finansörler, süper güç devletler...)


Görsel efektin doruk yaptığı bir film. Bazı yerlerde bug olsa da, onları es geçerseniz gerçekten harika bir hazza ulaşıyorsunuz. Militarist yönü çok güçlü, gayet iyi. Bazı dram sahneleri klişe, ama dokunaklı. Genel anlamda misyonu olmayan uzaylılar bize saldırıyor işte. Konu bu. Ciddi anlamda Black Hawk Down başyapıtına benziyor. Hatta savaş stratejisi, diyaloglar, askerler...


Ölmeyen uzaylı. (Normalde de böyleydi, keklik avı değil bu sonuçta)


Ne çok kötü bir film, ne de iyi bir film. Ne de vasat bir film. Yani ne ortası var, ne sonu var, ne de başı var bu filmin. Ama şu klişe saçmalığa da son vermek gerekir. "Filmi boş zamanınızda izle(me)yin !!!" Ayrıca ucuz eleştirmen çakmalarının kendi mabatlarından salladığı 3-5 mantık hatası ile filmi hemen rezil konumuna da getirmeyin. Sanki çok savaş gördüler, sanki her gün savaşıyorlar, sanki kıbrıs gazileri, sanki güneydoğu gazileri, sizi klavye cengaveri göbekli yaratıklar sizi.. Hepimiz biliyoruz ki siz anti-militarist olmaya çalışan, zamanı geldiğinde tıpış tıpış askerine giden, klavye başından aslan-kaplan, sokakta bir fare kadar korkak yaratıklarsınız. (Ne oldu, ilk defa birisi yüzünüze mi çarpıttı ?)


Bütün film bu kadar sinematografik değil. Kamera zıp zıp zıplıyor.


Fazlaca savaş filmi izleyenler için küçük dozajda bir tatmin olacaktır. Ama Er Ryan'ı Kurtarmak gibi, İnce Kırmızı Hat gibi veya Kara Şahin Düştü gibi bir başyapıt beklemeyin. Beklentilerinizi kısarak, hoş vakit geçirebileceğiniz bir sevgili gibi bakın kendisine. 2 saat sonunda da mümkünse yüzüne bakmayın. Çünkü ne içinde bir önermesi var, ne de elle tutulur bir sözü var. Ne boş, ne de dolu. Ne de yarım.





29 Ekim, 2011

Låt den rätte komma in (Gir Kanıma)

Sevginin Gücü

2008 yılı, her açıdan sinemanın düşüp kalktığı bir yıl oldu. Avrupa sineması, rakibi Hollywood'a nazaran galip geldi evet, hemde açık ara farkla. Ama arada sıkışıp kalan, çok şükür IMDB gibi popüler bir sitenin TOP 250 listesine girip insanların dikkatini çekmeyi başaran bir film de vardı. Gir Kanıma. The Telegraph gazetesinin dediği gibi "Twilight'ın olmak isteyip olamadığı durumu yapan bir film".

Her ne kadar attığım başlık  Leon'u andırsa da bizlere, sevginin evrensel diline tekrar şahit oluyoruz bu film ile. Daha dün tekrar izlediğim The Terminator'de de buna benzer bir söz vardı. Telesekreter'in yaygınlaştığı yıllar olan 80'lerde bir nevi reklam amaçlı James Cameron bip sesinden önceki kullanıcı mesajında "Makinaları sevmeliyiz" diye bir mesaj veriyordu. Gerçi ilk filmde bu pek işine yaramadı Sarah Connor'ın ama...
Oskar ve belalıları.
Konu itibariyle çok ilgi çekici ve aşırı özgün. Sürekli ezilen bir çocuk olan Oskar'ın mahallelerine Eli ve babası (?) taşınırlar. Tekdüze hayatına renk getirmek isteyen Oskar'ın ve gerçekte bir vampir olan Eli'nin, hayatlarındaki en enteresan günler yaklaşmaktadır.  
İnsanların çocukluğu, Heidi masallarındaki gibi tozpembe değildir. Elbet herkes Oskar'ın yaşadıklarını ucundan veya kökünden yaşamıştır. Bu, aslında bir çocuğun cesaretini sevginin gücü ile kazanma hikayesi. Travis Bickle gibi yok olmanın eşiğinde, aynayla konuşup "Benimle mi konuşuyorsun ?" demiyor tabi ki. Ama benzer durumlar söz konusu. Bu sefer ayna yerine ağaca gider yapıyor Oskar. Elinde silah yerine bıçak var. Oskar'ın kavga sırasında hiçbirşey yapamayıp kaldığı sahnelerde aşırı sinirim bozuldu. Geçen sene aynı filmin Hollywood'unu izlerken de yaşamıştım. Belki de bu filmde tek yapmanız gereken, benim yaptığım gibi feci bir empati seansına girmek. Deneyin, sinirinizden ekranı yumruklayabilirsiniz.
Oskar ve Eli. (Edwırt ve Bella'dan daha yetenekliler nedense)
Oskar'ın aşkı için yaptığı fedakarlıklar, yontulmamış kütük olan vampir Eli'yi hizaya sokuyor en sonunda. Onun yanında kokmamak için besleniyor (kan emiyor), onunla aynı dili konuşabilmek için Rubik Küpü'nü tamamlamayı öğreniyor. Geceleri konuşabilmek için mors alfabesini öğreniyorlar. Yine beslenme sonrasında temiz görünmek için yıkanmayı da öğreniyor Eli. Her ne kadar Oskar'ın büyük büyük annesi yaşında olsa bile.

Teknik detaylar öyle ahım şahım değil. Hollywood versiyonunda buna daha çok önem verildiğini düşünüyorum. Ama bazı yerlerde kullanılan film-noir gerilimi, direkt hikayeye sokabiliyor izleyeni. Uyarlamanın ne kadar muhteşem olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok, kitabını okumadım çünkü. Ama sinemasal açıdan kusursuz bir film niteliğinde. Ayrıca çok etkileyici sahnelerde çok etkileyici müzikler de kullanılmış. Yönetmen, seyirciyi hikayeye sokabilmek için elinden geleni yapıyor.

Empire dergisinden aldıkları ödül.
Fazlasıyla göz ardı edilen, 2008 yılının en iyi filmlerinden birisi. Son sahnede mors alfabesiyle yapılan konuşmadaki kelime "öpücük". Let Me In filminden idmanlıyım, biliyorum hep buraları ben :) Eğer ki hollywood yapımını da izlemek istiyorsanız, bence bulaşmayın. Çünkü hiçbir sahnenin hiçbirinden farkı yok. Finali de, başı da, sonu da, gelişmesi de hep aynı. Kodi Smit-McPhee (çok yeteneklidir, orası ayrı) adlı velet Kåre Hedebrant'a o kadar benziyor ki, bu kadar olur diyeceksiniz. Belki Chloe Moretz - Kodi Smit faktörü yüzünden izletebilir film. Ben 2010 yapımını önce izledim, 2008'i sonra. Sorun bende değil, tamamen Stephen King'in dolmuşuna bindim :)

Kısacası, günümüzün Blade, Twilight ve Underworld gibi vampir filmlerinden ötede bir film. Ve de asla bir vampir filmi değil. İronik bir durum aslında. 


Önemli Uyarı: Söylemeden edemeyeceğim, zor film. İzlemesi, anlaması, takip etmesi ve sonundaki o mutlu hazzı yaşayan azınlıktan olmak gerçekten zor. Gidip ekşisözlük gibi geyik muhabbeti yapan nutellacıların karalamalarını okursanız, zaten çoktan bu filmi kafanızdan silmişsiniz demektir. Bu yüzden filmi izlemeden önce mümkünse bir süreliğine ekşisözlük, tarayıcınız tarafından bloke edilsin. Aksi takdirde "çok durgun film, bu da film mi be swh swh" demekten hiçbir şeyden zevk alamaz konuma gelirsiniz.