12 Years A Slave

12 Years A Slave

İngiliz yönetmen Steve McQueen'den mühür niteliğinde bir film.

Blue is the Warmest Colour

Blue is the Warmest Colour

Abdellatif Kechiche'den 2013'ün en çarpıcı başyapıtı.

05 Ocak, 2014

Blue is The Warmest Color (2013)


2013 Cannes Film Festivali'nin en çok konuşulan, tartışılan; cesur ve sert sinema dili ile kısa süre içerisinde festival seyircisinin yüksek beğenisini toplayan, Amerikalı yönetmen Steven Spielberg'ün başkanlığındaki jürinin Palme D'or'u emanet ettiği, Tunuslu yönetmen Abdellatif Keciche'in son harikası, Blue is The Warmest Color. Yapımcısının Fransa için Oscar aday adayı yapmak istememesinden ötürü (ki bu konu hala muallakta) sadece Altın Küre adaylığı ile yetinen nam-ı diğer Adele'in Hikayesi, 2013'ün en önemli sinemasal olaylarından birisi. Hatta şu kadar ileri gidebilirim ki, son yıllarda Palme D'or'u kazanan en iyi film. O kadar cesur, gerçekçi ve derin bir metne sahip. O kadar kaliteli, usta işi işçiliğe sahip. O kadar muazzam iki başrol oyuncusuna sahip. 

2. paragraftan sonra eserin içeriği hakkında -süprizbozanlar- bulunmaktadır.

Adele'in Hikayesi, Amerikalı dağıtımcı firma Sundance Selects'in muazzam kampanyası ile harikulade bir nam-ı diğer ismine sahip olmuş: Mavi En Sıcak Renktir adı altında. Ki filmin "mavi alegorisini" en iyi yansıtan cümle bu olduğu için de, filmin ana fikri niteliğinde diyebilirim. Kaba taslak sinopsisi ve kısa incelemesi şöyle; Adele adında bir kız; Lisede okuyan, Fransa'nın bir banliyösünde çekirdek aile statüsünde yaşayan, her ergenlik çağındaki modern bireyin geçtiği yoldan geçmektedir: Cinsel arayış. Bu konuda çevresinden ve güzelliğinden ötürü onunla ilgilenen erkeklerden etkilenen bir cinsel tercihe sahip, başlarda heteroseksüel bir kız aslında. Ama yaşadığı cinsel deneyim ve hissettiği hazlar açısından homoseksüel bir tercihe sahip olmak istiyor. Bir gün okula gidiş yolunda karşıdan karşıya geçerken kız arkadaşı kolunda olan mavi saçlı bir kadınla karşılaşıyor. İlk görüşte aşk temasını yüzeysel ama etkileyici de olsa yansıtan bu sahnede hissettikleri birden bire değişiyor. Çünkü ilk defa aşık oluyor. Adele'in tüm aşk felsefesini baştan sona değiştiren bu darbenin ardından, Adele artık bir kadına aşık olmuş, toplum tarafından farklı gözle bakılan ve aşağılanan, aslında özgürlüğünü sonuna kadar kullanan bir kız haline geliyor. Ve tüm hikaye, Adele'in gözünden Emma ile olan aşkına doğru kilitlenmeye başlıyor. 



Keciche, Adele'in kadrajından gösterdiği olay örgüsünü tüm sadeliğiyle, gerçekliğiyle ve çarpıcılığıyla müthiş bir biçimde yansıtıyor. Adele'in Emma ile olan ilk bakışmasını, ilk görüşmesini, ilk uzun konuşmasını, ilk cinsel deneyimini, ilk aile ve arkadaş ortamında sosyalleşme - tanışma faslını, ilk aldatmasını, ilk ayrılığını, ilk aşkın aslında olmadığını delillendiren gerçeklikleri... Her bir sahnede Adele'den farklı hissetme tezatlığına düşürmüyor bizleri birkaç sahne dışında. Aşk ile yoğrulan ve hayat tecrübesi kazanıp olgunlaşan bir bireyin en gerçekçi hayat serüvenini 3 saat boyunca, her bir sahnesine derin anlamlar katarak anlatmaya çalışıyor.

Filmin aşk anlatısının yoğunluğunda anlatılan sınıf ayrımları, Adele ile Emma'nın sırasıyla aileleriyle tanışma faslında ortaya çıkıyor ilk defa. Emma'nın ailesi daha burjuva, daha modern bir aile olmasına karşın Adele'in ailesi, banliyö yaşantısının verdiği geri kalmışlığı, muhafazakarlığı üzerinde taşıyor. Emma'nın ailesinin evinde televizyon yokken Adele'in ailesi yemek vakti televizyona kilitleniyor. Emma'nın ailesi daha çok entelektüel bir beyin fırtınası yaşatırken Adele'in ailesi iş - aş - ekmek - emek konuşuyor. Emma'nın ailesi kızının cinsel özgürlüğüne alışmış bir aile olmasına karşın Adele'in ailesi sanki dünyada böyle bir düşünce yokmuşcasına Emma'ya erkek arkadaşını soruyor. Keciche'in 21. yy modern toplumunda modernizasyona uğramış - uğramamış ailelerin tezatlığını verdiği sahneler gerçekten kusursuz -tıpkı filmin tamamına sirayet eden mükemmeliyetçilik gibi.



Aynı alegoriyi Adele'in arkadaş kitlesi - Emma'nın arkadaş kitlesi bölümleriyle de kadrajına büyük büyük alan Keciche, lezbiyenlik ile dalga geçen ve güzel arkadaşlarının seks deneyimleriyle kendini tatmin etmeye çalışan fiziksel ve mental anlamda geri kalmış arkadaş kitlesini Adele'in tarafında; daha çok sanatın her bir dalı hakkında yapılmış eserler ile felsefi düşünceler paylaşan, ayrıldığı erkek arkadaşından hamile kalan bir kadının çocuğuna sahip çıkmasının verdiği olgunluğu gözler önüne seren burjuvaziyi ise Emma'nın tarafında topluyor. Modern toplumun muhafazakar ve kuralcı yapısına darbeler vurmayı asla ihmal etmeyen bir kaleme sahip olan Blue is the Warmest Color, bu yüzden son yıllarda çıkmış en yenilikçi sinema eserlerinden birisi olarak hafızalara kısa sürede kazınıyor, ilgi topluyor, at gözlüğüyle bakanların gözünü fazla tırmalıyor.

Adele ve Emma ikilisinin daha önce karşılaşmadıkları ortamlara girdiklerinde ortama uyum sağlama çabalarını insan doğasının ayak uydurma mantığı ile anlatmaya çalışan Keciche, özellikle Adele'in Emma'nın arkadaşlarına yaptığı servisteki çaresizliğini, ne yapacağını bilemeyip en iyisini yapmaya çalışma çabalarını çok ama çok iyi betimleme becerisine ulaşmış diyebilirim. Aynı Adele, olgunlaşmış bir birey olduğunu mavi elbise giyme alegorisiyle Emma'nın sergisinde sergilerken, aslında her şey rayına oturup Adele için tüm yapboz tamamlanmış hale geliyor. Adele, modern topluma ayak uydurmuş ve aşk acısı denilen şeyi atlatmış bir kadın olarak yoluna emin adımlarla devam ediyor, ayakları yere hiç olmadığı kadar sağlam basıyor. 


Filmin bu harika aşk anlatısında bilindiği gibi 4 farklı bölüm var. Masal - olgunluk - çöküş ve tekrar olgunluk. Bu 4 bölümün hepsini içten içe ve olabildiğince derisine nüfuz ederek yaşayan da tek bir karakter var: Adele. Bu yüzden film -karikatür serisinde olduğu gibi- Emma'nın değil Adele'in Hikayesi. Masal bölümünde; Adele, ilk aşkın verdiği hazzı fiziksel ve ruhsal olarak iliklerine kadar yaşayan, şen şakrak mutlu bir hatun. Olgunluk döneminde; aşkın verdiği toz pembelik ve her yeri kaplamış sisten görünmeyen gerçeklerin, birden bulutların dağılmasıyla ortaya çıkması ve ilişkinin kuma (aşktan) yapılmış temellerinin zarar görmesi. Bu evrede aldatma, yalan söyleme, kendinden ve ilişkisinden emin olamama, başka tenlerde aynı hazzı arama durumları ortaya çıkıyor. Çöküş döneminde ise aşkın resmiyette bittiği, aşk acısının başladığı ve sinir krizlerinin ardı arkası kesilmediği evreler ile karşı karşıya kalıyor Adele. Hatta o kadar çaresiz ve beceriksiz ki, hala bir umut ışığı aramakta Emma'dan -yani ona göre hayatının aşkından. Tekrar olgunluk dönemi, bir nevi ustalık dönemi. Yine "bir umut" diye gidilen Emma'nın resim sergisine, eskisinden daha loş bir ışıkla gidiyor. Ve tam bu anda, artık resmi gazetede de açıklanıyor Adele'in Emma'ya olan aşkının bittiği. Çevresinden gördüğü ilgi ile "bağlanmayacaksın, bana bağlanan çok" mottosunu üzerine yerleştirdikten sonra emin adımlar ile sergiden çıkıyor, sigarasını yakıp uzaklaşıyor. Acemi acemi sergiye giren Adele, usta usta sergiden ayrılıyor. Ve film son buluyor.

Filmin detaycılık ve alt metin işçiliği çok muhteşem olduğu için -aslında bu yazdıklarım bile yetersiz- bir noktadan sonra susup filmi tekrar izlemek veya içine sindirmek istiyor insan. Keciche sinemasıyla ilk tanışmam sonrası aldığım bu gaz ile sinemasına devam edeceğime hiç mi hiç şüphem yok. Cannes jürisinin çok doğru bir tercih yaparak Palme D'or için seçtiği Blue is The Warmest Color, bu yılın hem artistik, hem de realistik usta işi sinema olaylarından birisi. Filmin Amerika'daki festivallerden kayda değer ödüllerle dönmüş olması da ayrı bir mutluluk kaynağı. Sundance Selects'in, harika bir kazanım ve güzellik olan Adèle Exarchopoulos için yaptığı muhteşem Oscar kampanyası, bazı eleştirmen birliklerinden başarıyla döndü. Hani olmaz ya, oldu diyelim, geçen seneki Emmanuele Riva gibi bu seneki Adèle Exarchopoulos adlı güzellik Oscar'a aday oldu. Doğru olur, güzel olur, çok da güzel olur hani. Adele'den bu kadar konuşmuşken Lea Seydoux'nun harika performansını es geçmemek olmaz. 

Kısacası bu yılın tam puanı hak eden, şu ana kadar izlediğim en iyi ikinci film diyebilirim Blue is the Warmest Color'a.  Özgür ve modern toplumun düşüncelerine pranga vuran muhafazakar kitlelerine öncelikle izletilmesi gereken bu aşk hikayesi, tebrik edilesi derecede müthiş, harikulade, muazzam. "Bu kadar kof övgüyü neden yapıyorsun, resmen rezalet, entel filmi, lezbiyen pornosu" diyen dingiller için aksiyon filmleri öneriyordum 4-5 sene önce. Malum o zaman sinema nedir diye soracak olurlarsa "abi Karayip Korsanları çok iyiydi yeaa" diye geçiştiriyordum. Şimdi işler farklı. Sinema pek tabi ki akademik bir sanat değil. Filmlerini akademik yönden allayıp pullayan çakma entel sinemacıların ağır dillerini her zaman eleştirmiş ve yermiş birisi olarak bu film kusursuz bir başyapıt, bunu canı gönülden söyleyebilirim. Ve emin olun ki bu filme "lezbiyen pornosu, zaman kaybı, uykum geldi" gözüyle bakan kardeşlerim bir istatistik olarak dünyadan göçüp gidecekler. Bastırılmış özgürlükleri ile prangalar içerisinde boğulacaklar zük kadar çukurlarında.

10/10