12 Years A Slave

12 Years A Slave

İngiliz yönetmen Steve McQueen'den mühür niteliğinde bir film.

Blue is the Warmest Colour

Blue is the Warmest Colour

Abdellatif Kechiche'den 2013'ün en çarpıcı başyapıtı.

19 Aralık, 2012

Hobbit: Beklenmedik Macera (2012)

Ve sonunda... 1,5 yıldır çekim aşamalarını, setlerini, dedikodularını dinlediğimiz; orta dünyanın uçsuz bucaksız yeni vadilerini bir sürü yapım aşaması videosu ile ucundan kıyısından görebildiğimiz; 13 yeni cüce ve 1 hobbit ile kanlı canlı tanıştığımız; çocukluğumuzun ve gençliğimizin fantastik beyninde başyapıttan da bir ötede yer bulmuş bu harika orta dünya masalının bir parçası olduğumuz ve elimiz ayağımız tutarken, kıyamet kopmamışken sağ salim izleyebildiğimiz "Hobbit". Ama yalnızca hikayenin birinci bölümü. Ama devamı yalnızca 1 yıl sonra. Ama hikayenin finali tamı tamına 1,5 yıl sonra. Ama mutlu ayrılarak salondan... Ama gerekli orta dünya dozajını aldıktan sonra filmden... Ama hüzünlü, ama eğlenceli, ama düşünceli izleyerek bu orta dünya masalını...

2010 yılında Meksikalı yönetmen Guillermo Del Toro'nun yazıp yöneteceği bir prequel olan Hobbit, Del Toro'nun projeyi terk edip bayrağı Peter Jackson'a devretmesiyle çok büyük bir anlam kazandı. Peter Jackson, en son 2001 yılında ziyaret ettiği orta dünya setlerine (topraklarına) geri dönüş yapacaktı. Yeni Zelanda'nın uçsuz bucaksız topraklarını fersah fersah gezip devasa bir mobil dünyayı yanında götüren ve çekimleri o şekilde yapan; bu yüzden hayranlarının gönlünü kısa sürede fetheden harika yönetmenin önüne The Adventures of Tintin engeli takılmıştı. Bu vesileyle ön hazırlıklar biraz daha titiz yapıldı ve çekim süreci 2011 yılının ilk çeyreğinde başlamış bulundu. İlk başlarda, kitabın 425 sayfa civarı olmasını baz alarak düşünülen "iki ayrı film", başta efsanevi orta dünya kitabı Silmarillion'un bazı kısımlarının eklenmesiyle de 3 filme çıkarıldı. Peter Jackson ve ekibi, bu kitaptan 3 filmin çıkmayacağını zaten biliyorlardı, bir nevi seyircisine süpriz yaptılar. Her şey yerli yerine oturmuş ve çileli geri sayım başlarken, seyircinin yapması gereken tek şey Peter Jackson'un arada bir yayınladığı "yapım aşaması videolarını" izlemek olacaktı.


Buraya kadar yaptığım genel özetten sonra, okurun aklındaki kilit soruyu aydınlatmak isterim. "Yazar, bu filmden istediğini aldı mı, almadı mı ?" Bu filmden beklediklerini almış ve tatmin olmuş bir Orta Dünya hayranının yazısını okuyacaksınız.

Çok değil, daha 2003 yılında AFI (Amerikan Film Enstitüsü) tarafından "tüm zamanların en iyi üçlemesi" ilan edilen ve 2004 Oscarları'nda 11 Oscar alıp rekor kıran bir film ile orta dünyaya kısa süreli bir veda etmişti Peter Jackson. 2000'ler sinemasının en önemli eserlerinden birisi olan bu üçleme, etkisini sinema tarihine kadar yayabilmiş, çoğu "en iyi filmler" listesinde boy göstermiş, fantastik sinemanın tartışmasız en iyi üçlemesi oluvermişti. Çok kısa gibi görünen bu 11 yıllık ayrılık, Orta Dünya hayranları için 11 asır gibiydi kuşkusuz.


Orta Dünya ve dolayısıyla Arda evrenine yetkinliğini ve hakimiyetini Yüzüklerin Efendisi üçlemesiyle kanıtlamış bir yönetmen olan Peter Jackson, sinemanın eğlence ve sanat yönünü tahmin edilemeyecek ve ulaşılamayacak bir ustalıkla birleştirdiği 11 yıl öncesinden bugünlere kadar pek bir şey kaybetmemiş gibi duruyor. Bu sefer "epik" olmaktan çok "maceravari" bir yapıda olan bu öyküyü, JRR Tolkien'ın diğer öykülerinden alıntılar yaparak ve aradaki boşlukları kapatarak bir üçleme kalıbı içine sokuyor Jackson. Bilbo Baggins'in evinin kapısındaki anlamsız işaret ile başlayan ve 12+1 cücenin davetsiz bir biçimde Bilbo'nun evine saldırmasıyla şekillenen hikaye, yine Gandalf gibi bir akıl hocasına ve Thorin gibi bir lidere ihtiyaç duyarak, aslında belli başlı karakterlerinin yerini değiştirerek iyi bir prequel hikayesi anlatıyor. Bu sefer işin içinde cüceler, goblinler, warglar ve dillendirildiğinde eserin büyüsünü bozacak bir sürü yeni cins karakter var.


Beklenmedik Yolculuk, "hırsız" diye addedilen bir Hobbit'in, 13 farklı cücenin, Gandalf'ın ve son Erebor Kralı'nın oğlu Thorin Meşekalkan önderliğinde sürüyor. Amaçları, Erebor Krallığı'nı yıllar önce yok etmiş ve cücelerin yıllar boyu uğraştığı ganimetin "üzerine oturmuş" Ejderha Smaug'u öldürüp, Erebor ve Dale şehrini kurtarmak ve cücelere eski yuvalarını geri vermek. Çünkü Arda üzerinde kalan tek yuvaları olan Erebor'un da düşmesiyle, yertsiz yurtsuz birer göçebeye dönüşen cüceler, hem kaybettiklerini geri getirmek, hem de Orta Dünya'da tekrar saygınlık kazanmak istiyorlar. Bu çetrefilli maceranın amacı çok açık olsa da, söylendiği kadar kolay değil pek tabi ki. Bu yolda Ayrıkvadi'yi, Goblinler'in inlerini, Gollum'un yüzüğü sakladığı yeri ve daha bir çok gizemli, tehlikeli, büyüleyici yeri gezen grup; tahmin edildiği gibi yer yer çeşitli ayrılıklara düşüyorlar ama içlerindeki birbirlerine olan sadakat duyguları adım adım yükseldiğinde tekrar toparlanmasını biliyorlar.

Beklenmedik Yolculuk'un bu harikulade öyküsünden pek "hikayebozan" vermeden ayrılmak ve teknik detaylara geçmek istiyorum. Bilindiği gibi film, neredeyse efsanevi bir CGI tasarımına sahip. Erebor Krallığı, Dale Şehri, Ayrıkvadi, Kuytuorman, Yalnız Dağ, Goblin Mağarası ve şu an aklıma gelmeyen birçok müthiş tasarım örneği. Fantastik filmlerin bel kemiğini oluşturan görsellik anlamında fazlasıyla zengin. Ama eleştirmenlerin (metacritic, rottentomatoes) yaptığı tutarsız eleştirilerin çoğu da "yoğun CGI kullanımı, kolaya kaçma" üzerine oluyor. Fantastik bir öyküden bahsediyorsak Yeni Zelanda'nın çayırlarına bir Ayrıkvadi kurmak, bir Erebor Krallığı kurmak veya gerçek Troller bulup onları teker teker taşa çevirmek delilik olurdu. Ki Peter Jackson, üçlemenin devamında bizzat Yeni Zelanda'nın doğal ortamlarında sayısız çekim yaptı ve filmin tamamını stüdyoda çekme (Avatar) gibi bir yanlışa düşmedi. Bu da alın teri ile film çeken bir yönetmen olduğunun göstergesi bence.


Howard Shore'un besteleri, bir başlangıç için oldukça makul. Senaryo, bir başlangıç için oldukça kafi. Filmin genel teması, bir macera öyküsü anlatma babında oldukça tatminkar. Hobbit: Beklenmedik Yolculuk, Orta Dünya'da bir dönem yaşamış ve hala yaşıyor olan hayranların beklentilerini karşılayacak; bunun dışında kalan ve klasik ana akım - sanat sineması ile bu filmi karşılaştıracak, ucuz yollu yazı yazıp prim kazanan eleştirmen grupları için bol keseden hakaret sebili olacak bir film. Peter Jackson'un başından beri bir Yüzüklerin Efendisi yaratma düşüncesinde olmadığının da ilk alameti. 21'inden (inşallah kopmadan) önce Hobbit'in ağzımıza bir parmak bal çalmasının da ayrı bir mutluluğu. Bir başyapıt değil. Epik bir film değil. Kötü bir film hiç değil. Olmak da istemiyor zaten hiçbirini. İyi bir başlangıç yaparak meziyetlerini devam filmlerine saklama derdinde, olay bundan ibaret. Hele hele Pelennor Çayırları Savaşı'ndan daha etkileyici Beş Ordular Savaşı izleyeceğimiz; her türlü maceradan daha korkutucu ve gerilimli bir Kuytuorman macerasının içine gireceğimiz devam filmleri için, tekrarlamakta fayda var, iyi bir alamet. Başta Orta Dünya hayranları ve tüm fantastik sinema severler için tavsiye edilir. Bu yılın en iyilerinden. Oscar bu işin lobisi, hiç sormayın, hiç de bulaşmayın.

9/10

07 Aralık, 2012

Green Day | Uno!, Dos!, Tre! Sonrası


Amerikalı ünlü punk rock grubu Green Day'in, 2009'daki son konsept albümleri 21st Century Breakdown sonrası 3 yıl aradan sonra çıkardıkları "üçleme albüm" projesi, bu yılın ortalarında bir yerlerde Rolling Stone dergisi aracılığıyla duyruldu. Üçlemenin son halkası olan Tre!,  resmi olarak 11 Aralık'ta çıkacak. Ama illegal ortamlara çoktan düşmüş bile. En azından üçlemenin bir albümünü satın alarak kendilerine gereken yasal desteği vermek gerekir ayrıca. Bu yasal satın alma işlemi iTunes'dan olabilir, resmi sitelerinden olabilir veya bilimum müzik marketinden olabilir. Size kalmış. Ama 20 yılı aşkın bir süredir etkin biçimde rock sektöründe olan bu gruba gereken desteği vermek gerekir diye düşünüyorum. Her neyse, kendilerine tabir-i caizse "reboot" atan son dönem punk efsanesinin bu üçlemesini inceleyelim bakalım.

Her şeyden önce, dillere destan olan "rock grupları hakkında söylenebilecek 50 klişe" sakızını çiğnememeye çalışacağım elimden geldiğince. Yok efendim, "abi Dookie'den sonrası traş yeaaa", "davayı sattılar yeaaa", "artık punk yapamazlar yeaaa", "pop grubuna dönmüşler yeaaa", "konsept olayını abartmayacaklardı yeaaa", "nerede bir When I Come Around yeaaa" falan filan göremeyeceksiniz bu yazıda. Zaten kim söylese şu kıytırık klişeleri müzikten zerre zevk alamayan sağır cahilin tekidir benim gözümde, pek yüz vermemek lazım. 

Herkes biliyordu ki Green Day, büyük ata oynadıktan sonra işler ikinci bir yarışta öyle güllük gülistanlık olmayacaktı. Rock N Roll Hall of Fame tarafından "Tüm Zamanların En iyi 200 Albümü"nden birisi olarak gösterilen American Idiot sonrası 5 yıllık bir aradan sonra çıkarılan 21st Century Breakdown, "uzun, yorucu, alternatif sound" olduğu gerekçesiyle pek de sevilmemişti. Tabi yıllar sonra kıymeti anlaşılacak albümler klasmanına ismini yazdırmıştı bana göre. Ki Green Day'in her konserde büyük bir ilgiyle karşılanan birkaç hitinin bu albümde olduğunu hesaba katarsak. Bir "American Eulogy" anlatmak istiyorlardı aslında bu albümlerinde. Ve bunu kısa kısa geçiştiremeyecekleri için de haddinden uzun yaptılar. Aralara geçiş parçaları serpiştirdiler. Albümün yarısını sert bir punk rock soundu ile bezediler, diğer yarısını alternative rock'un serbestliğiyle... Ve ortaya Rolling Stone gibi bir dergiden 4.5/5 puan alan bir albüm çıktı. 

Uzatmayayım. Sonuç olarak hala diri ve taze durabilen bir grup Green Day. Yani bu üçleme onları hayata döndürme özelliği falan taşımıyor. 2004 ve 2009 da bıraktıkları izler hala taze. Ama eski "party punk rock" veya "garage punk rock" sounduna geri dönmelerini hayranlar istiyordu bir nevi. Biraz power pop, biraz punk pop; geneline vurduğunuzda punk rock temelli 3 "iyi" albüm ile enteresan bir dönem geçirdiler. Biraz da derinine inelim albümlerinin:


Uno!

Green Day'e bir nevi kavuşma albümü olan Uno, farklı bir tarz olan power pop ile bezenmiş, yer yer punk rock şarkılar ile dinleyicinin kulağına bir parmak bal çalan, alakasız bir biçimde punk pop'a benzetilen (pop müzik = distortion, attack drum, bass: süre 10 dk, başarılar), genel anlamda başarılı denilebilecek eşiğe yaklaşabilen bir albüm. Tabi konsept olarak üçlemenin "seks"i üzerinde taşıması da şarkı sözlerinin fazlasıyla ofansif, vurdumduymaz ve bir an önce yatağa girme havasında olmasına sebebiyet vermiş. Birkaç hit olabilecek parça var aslında; Let Yourself Go, Nuclear Family ve Stay The Night güzel parçalar. Çoğu şarkının ortasındaki kısa soluklu sololar AC/DC tadı veriyor. Şarkı sözlerinin armonikliği The Beatles'a yakın duruyor. Zaten Billie Joe'nun da üçleme için "Beatles'ın ilk dönemi, AC/DC'nin keskin riffleri" yorumu vardı. Her şeyi açıklıyor zaten bu söz. Rolling Stone'un "2012 yılının en iyi 8. albümü" olarak göstermesi biraz abartı gibi. Tabi bu sıralamayı yaparlarken, Tre! albümü daha çıkmamıştı.

Not: 7,5/10


Dos!

Bu albüm hakkında aslında söylenebilecek pek bir söz yok. İki arada bir derede kalmak istiyorsanız ilk işiniz bu albümü dinlemek olsun. Sert bir garage rock, punk rock sounduna sahip Dos, üçlemenin en Green Day albümü gibi gözükürken şarkı sözlerinin zayıflığı sayesinde eksi puanları hanesine yazdırıyor. Green Day'in enstrümantal olarak hiçbir zaman bir eleştiriye tabi tutulduğunu görmedim, zaten öyle bir sorun bu albümde bile yok. Ama sözler ? Seks konseptini abartmak bana ve çoğu rock n roll dinleyicisine uyar, sonuçta Rolling Stones'un herkesi yatağa attığı kliplerini izlemiş, beğenmiş, kabul etmiş insanlarız. "I Can Get No, Satisfactiooonnn !!" diye bağırmış insanlarız. Ama birkaç şarkının albümde sivrilip gözüme batması beni rahatsız etti. Stray Heart, albümün kesinlikle en en iyi parçası. Hatta yeni bir Green Day hiti bu. Klibini de izlemelisiniz ayrıca, müthiş. Amy, bundan 1 yıl önce Amy Winehouse'un ölümü üzerine Billie tarafından yazılmış bir parça, çok müthiş bir ballad. Billie'nin zaten ballad parça yapmada üstüne yok gibi. Bunun dışında aklımda kalan bir parça yok. Albüm sonrası isyan edip, bir doz Dookie ve American Idiot almak isteyebilirsiniz.


Not: 6,5/10


Tre!

Evet, açık ara, hem de baya açık bir ara ile üçlemenin en iyi albümü ! "O kadar tembeldik, eyvallah. Ama gerekirse bunu da yaparız" dedikleri bir albüm (eyvallah dememiş olabilirler). Billie ve Mike'ın söylemi ile "Uno'nun power pop soundu ve Dos'un garage rock soundunun kolajı" olan bir albüm Tre. Zaten albümün ilk bölümü power pop, geriye kalanı sert bir punk - garage rock soundunda. Albümde birden fazla hit potansiyeli olan, kesinlikle enfes şarkılar var. Dirty Rotten Bastards ve Sex, Drugs & Violence ilk aklıma gelenler. Hele hele Dirty Rotten Bastards, anlatılmaz, yaşanır derecesinde, 6:29 dakikalık bir punk rock şöleni. "Nerede bir Basket Case, When I Come Around" diyen kitle için panzehir niteliğinde. Zaten hayranlar tarafından da kısa süre içinde kabul edildi bu tez. Rolling Stone'un bir dediği bir dediğini tutmaz, sonuçta American Idiot gibi bir albüme düşük puan vermişliği vardır. Ama 5 yıldız üzerinden 4 yıldızı Tre! ye vermiş bile. 70'lerin indie rock parçalarını yad ederek yaptıklarını düşündüğüm üçlemenin en güzel halkası olan Tre! yi ne yapın edin dinlemeye koyulun. Çünkü Green Day, eğer bir turne yapar ve programına Türkiye'yi alırsa en çok hit parça bu albümden çıkacak. Distortion, bass solo, Tre Cool tarzı ataklar ve grubun yeni (?) üyesi Jason White'ın kısa punk rock tarzı soloları dinlemeye değer. The Forgotten, kopyala yapıştır yapmaya değmez bir filmin soundtrack albümündeymiş. Benim için Tre!'nin harika kapanışı niteliğinde.

 Not: 8,5/10

09 Kasım, 2012

Filmekimi 2012 - Sıralamam


Çok geç bir yazı olduğunun farkında olarak filmekimi2012 programında izlediğim 12 + 1 (kısa film) filmin kısa kısa incelemelerini ve puanlamalarını yapmak istiyorum. 2012 yılının kalburüstü bağımsız filmlerini izlemek kadar güzel bir şey olamazdı herhalde geçen ay. Haneke'nin Amour'unun biletleri birkaç gün öncesinden tükenmişti. Festival gününe kadar tüm seanslar neredeyse tam doluydu. Eğlenceli, öğretici, güzel bir deneyim oldu benim açımdan. "Film okuma" diye bir şey varsa eğer, galiba biraz ilerlemişim bu konuda. Aynısını donanımhaber'in sinema bölümüne de yazdığım "Filmekimi İzmir 2012 inceleme" yazım.





1) Pieta (10/10) 

Kore sineması intikam hikayesi anlatmasını aşırı derecede ve sinir bozucu dozda iyi biliyor. Kim ki-duk, Kore sinemasının medar-ı iftiharı olan, ülkesinin en farklı yönetmenlerinden birisi. Pieta ile de harikaların da harikalarını yaratmış diyebilirim. PTA'nın Master'ının önünde Venedik'de Altın Aslan'ı alması süpriz değil, aksine festivalde ödülü tek hak eden film. Rahatsız edicilik seviyesinde Haneke ile yarışacak kadar zorlu bir film ayrıca, çünkü seansın ortasında salondan 10-15 kişi çıktı, bir kadın salondan çıkar çıkmaz bayıldı. 

Not: Filmin afişindeki metafor, ünlü "Pieta" heykeline bir gönderme niteliğinde.

2) Amour (9,5/10) 

Michael Haneke ve onun rahatsız edici, sinir bozucu sinemasının son ürünü, Amour. Belki de sinemasının en zor filmi bu. Filmekimi programında yoğunluğun en fazla olduğu filmdi Amour. Keza tüm dünya festivallerinde de durum böyle. "Yok efendim sanat sineması izlenmiyor, biz izliyoruz çok şanslıyız" diye kasıntılara girmeyin. Toronto'dan Cannes'a kadar dünyanın dört bir yanında bu filme bilet bulanı cennete yolluyorlar. Her neyse... Haneke, bilindik, klişe bir melodramı çekilmez bir sonu olmayan hikayeye öyle bir yerleştirmiş ki, filmin son 40-50 dakikasını salona ne amaçla gelirlerse gelsinler tüm seyirciler pür dikkat izlediler. Haneke, istediğini, belki de hiçbir filminden alamadığı derecede bu filminden almasını fazlasıyla bilmiş. Planları uzatmış, kamerayı aktüel kullanmak yerine ilahi bakış açısı ile kullanmış ve insanların geleceği hakkında fazlasıyla düşünmesi için bol bol zaman bırakmış. O meşhur, televizyonda oynayan IKEA reklamındaki mutlu mesut yaşayan aile var ya, işte öyle bir ailenin gerçekte olmadığı vurgusunu yapmış. Seyircisine her zamankinden daha fazla tecavüz ederek, yine ucu fazlasıyla açık bir final ile noktayı koymuş. Haneke'yi ya seversiniz, ya nefret edersiniz. Her usta yönetmen gibi de filmin ikinci yarısına kadar genel geçer kitleye kendi belirlediği süreyi tanıyarak kendi kitlesini sona saklamasını iyi biliyor Haneke. Batı, büyük ihtimal bu filmi hazmedemeyecektir. Oscarlarda en iyi yabancı film ? Zor gibi. 

3) No (9/10) 

Seçkinin açık ara farkla beni en çok şaşırtan filmiydi No. Şili sinemasının son dönemdeki en iyi yönetmeni olan Larrain'in, Cannes'dan ödülle dönen bu siyasi - politik taşlaması, Şili'nin yakın tarihindeki meşhur diktatörünün referandum kampanyasını konu alıyor. Diktatörün, kendi iktidarını referanduma götürmesinden sonra, ülke iki kutba ayrılıyor ve diktatörü destekleyenler "evetçi", rejimin yıkılmasını isteyenler "hayırcı" oluyor. Ünlü reklamcı René Saavedra ile anlaşan "hayırcı güruh", zorlu, trajikomik, çetrefilli bir yoldan referandumu kazanıyorlar. Ama Larrain, ABD'nin yoğun bir biçimde desteklediği "hayır" kampanyasını, öyle anti-komünist salvolar sallayarak yorumlamıyor. Finalinde bile "acaba biz ne yaptık" sorusunu sordurtuyor. Her açıdan eleştirel bir film, gerek diktatoryaya, gerekse batı hayranlığındaki özgürlükçü kitleye. Ülkemizin şu anki durumuna da bire bir uyuyor ayrıca, tam bir replika. No filmi, hem Şili'nin 80'lerdeki durumuna, hem de ülkemizin 60 yıllık berbat rejimine dolaylı yoldan da olsa ışık tutan, harika bir film. 

4) Dupa Dealuri (9/10) 

Her ne kadar indirdiğim sürümün berbat olması sebebiyle izleme fırsatına erişemediğim 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün'ün yönetmeni Cristian Mungiu'nun son filmi Beyond The Hills, Romanya'nın ücra köşelerinin birisinde sıkışıp kalmış bir grup rahibenin, cehaletin ve bilgisizliğin pençesine düşmesi yüzünden ilmi yanlış ellerde öğrenmesinin satirik bir eleştirisi niteliğinde (bu cümleyi de yazabildim ya :D). Bir kadın, rahibe olup kendini dine verir. Diğer kadın, onun uğruna Almanya'da çalışıp para biriktirir, ama sevdiği kadın rahibe olmuştur. Ayrı dünyaların farklı hikayesinin içinde de bir din olgusu. Mungiu, en iyi bildiği iş olan kadın ilişkilerini, öylesine derin ve dolu bir senaryo ile anlatmayı seçmiş ki, hem yakın zamanda Avrupa Birliği ülkesi olan Romanya'nın aslında öyle ahım şahım bir yer olmadığını dile getirmiş, hem cehaletin pençesindeki kadınların panzehiri din olgusunun elinde bulmasını eleştirmiş, hem de muhafazakar bir toplumda imkansız ama güçlü bir aşk hikayesi anlatmayı denemiş. Hepsinden de yüksek başarıyla ayrılmış. Cannes'dan en iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu(lar) ödüllerini de aldığını belirtmiş olayım. 

5) The Angel's Share (9/10)

Ken Loach'u azıcık tanıyanlar bilirler. Britanya'nın tabir-i caizse en ana akım dışı sinemacısıdır. Orta direklerin hikayelerini anlatmayı tercih eder. Sisteme, düzene, kara mizah dozunda eleştiriler sallar. The Angel's Share filmi ile de yine harika bir kara mizah ürünü ortaya koymuş. Filmekimi seçkisinin en komik filmiydi. Bu senenin de en komik filmiydi ayrıca. Cannes'dan Jüri Ödülü alması da anlamlı olmuş. Bu filmi uzun uzun anlatmayı da tercih edebilirdim ama sadece izleyin demeyi tercih ediyorum. Alex Payne'in Sideways'inden sonra alkolik kara mizah filmlerine bir yenisi daha eklendi :)

6) Tepenin Ardı (8,5/10) 

Emin Alper'in Berlin'den iki ödül ile dönen filmi Tepenin Ardı, sinemamızın bozkırımızı anlatan bir başka ürünü. Bozkırda yaşam zordur, çetrefillidir, hepimiz biliyoruz. Ama Emin Alper'in tarzı biraz daha farklı. Ne Nuri Bilge Ceylan (Bir Zamanlar Anadolu'da, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı) kadar ahım şahım, profesyonel; ne de Metin Erksan (Susuz Yaz) kadar politik, romantik bir bakış açısında. Belki de ikisinin arasında bir yerlerde. Bir ilk film olmasına rağmen çok iyi bir anlatıma sahip. Her ne kadar filmin geneline hakim olan  ana fikir "savaş sendromu yaşayan birisinin toplumdaki yeri" teması olsa da, her bir karakterini hiçbir şekilde es geçmeyerek o uçsuz bucaksız bozkırlarda derinlemesine anlatmaya çalışıyor. Berlin'den iki ödülle dönmesi sürpriz değil. Yeni dönem Türk sineması için de bir ümit kaynağı Emin Alper. 

7) Ruby Sparks (8/10)

Listemde bir değişiklik yapmak zorunda kaldım. Bunun sebebi de tamamen Stranger Than Fiction'u izlememden kaynaklanıyor. Ruby Sparks, ona iyi bir alternatif, biraz daha küfürlü, biraz daha romantik. Ama senaryo anlamında Zoe Kazan'ın kaleminin Zach Helm'den daha derin ve ağırbaşlı olduğu söylenemez. Zach Helm'in kaleminin edebiyata yakın ve kaliteli olması da Ruby Sparks'ı gözümde birkaç puan düşürdü. Sanki bir karşılaştırma yazısıymış gibi duruyor, evet. Ama tekrar edilen şeylerin karşılaştırmasını yapıp iğnelemesini düzenlemek de işimiz olmalı. Gene de son dönemde romantik sinemaya gelmiş kaliteli işlerden birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim Ruby Sparks'ın, 8 puanı bu yüzden verdim.

8) The We and The I (7,5/10) 

Fransız sinemacı Michel Gondry'nin kendi sinemasına geri dönüşü niteliğindeki Biz ve Ben, seçkideki güzel filmlerden birisiydi gene. Cannes'da "yönetmenlerin 15 günü" programında gösterilen ve ilgiyle karşılanan film, Amerika'nın hippi ve sorumsuz gençliğine ışık tutuyor. Gençliği eleştirmeyi, tek bir mekanda, bir otobüsün içinde; yani farklı bir yoldan yapmayı tercih ediyor. Yönetmenin kontratlı alınan Blackberryler'e, iPhone'lara yaptığı yakın çekimler de "özentilik" kavramının içini biraz deşiyor. Gondry'nin kendi özgün tarzı ile yansıttığı bu bağımsız film, her bir liseli gence geç olmadan izletilmeli. 

9) Sessiz - Be Deng (7,5/10) 

Rezan Yeşilbaş'ın 14 dakikaya sığdırmaya çalıştığı "darbe sonrası güneydoğu" temalı filmi Sessiz, bu yazıyı okuyanların bildiği üzere Cannes'dan en iyi kısa film ödülünü aldı. Ve hak ediyor da. 14 dakikalık bir süre içerisine bölgede yıllarca yaşanmış olanları sığdırmaya çalışması ve bunu da dilini fazla sivriltmeden yapması, bence takdire şayan. 

10) Beasts of the Southern Wild (6,5/10) 

Hani bazı filmler vardır, insanda öyle bir etki yaratır ki, ömür boyu o sizin başucu filminiz olur. Bazı insanlarda da aynı film etki bile bırakmaz. Pan'ın Labirenti etkisi beklerken bu "masaldan", öyle bir şey olmadığını gördüğümde neredeyse dünyam başıma yıkılıyordu. Çünkü beklentilerim çok fazlaydı. Toplumun en alt kademelerinde yaşayan bir grup insanın hayata tutunma öyküsünü, küçük bir kız çocuğunun gözünden anlatan Düşler Diyarı, hakkında fazla konuşmak istemiyorum ama benim için fazla abartılmış bir film. Hele hele "son 20 yılın en iyi sundance filmi" demek, kulağıma lobici şirketlerin isimlerini fısıldatıyor. 

11) 7 Days in Havana (6/10) 

Benicio Del Toro, Gaspar Noe, Elia Suleiman gibi yönetmenleri de kadrosunda bulundurarak, 7 farklı yönetmenin Havana yorumunun kolajı niteliğindeki "Havana'da 7 Gün", bilindik "bilmem neresi, seni seviyorum" şehir reklamlarının aksine, şehrin banliyölerinde yaşayan, geçim sıkıntısı çeken orta direk insanları inceleyerek; merkezine Havana'yı almak yerine "insanı" alıyor. Tabi her "birleştirilmiş" filmin temel sorunlarından birisi, Havana'da 7 Gün'e uğruyor ne yazık ki. Hikayeler arası kopukluğun olması, her yönetmenin kendi yorumunu tabir-i caizse abartması ve özellikle Gaspar Noe'nin sanatsallıkta sınır tanımaması. Elia Suleiman, Benicio Del Toro ve Pablo Trapero dışındaki tüm bölümler sanki amatör bir yönetmenin elinden çıkmış hissi veriyor. 

12) The Door (6/10) 

Macar sinemasının ana akım yönetmeni Istvan Szabo'nun festivale Helen Mirren'ın ismi sayesinde seçilen son filmi The Door, festivaldeki büyük hayal kırıklıklarımdan birisiydi. Macar sinemasını efsane Bela Tarr dışında pek tanımıyordum. Szabo'nun bir Tarr olamayacağını da biliyordum. Pek yanılmadan, pek bir beklenti içine girmeden izlemeye çalıştım. Helen Mirren'ın üst düzey yetenekleriyle bezenen performansı olmasaydı, bu vasat melodramik öykü çekilmezdi. Evet, ne yazık ki basit bir melodram anlatmayı tercih etmiş Szabo. Ana akım sinemanın büyük bir bölümünün yaptığını o da hakkıyla yerine getirmiş. Film bittiğinde alkışlayanlar... Festivalin izleyicisi kesinlikle değillerdi.

13) Me and You (5/10) 

Kim tahmin edebilirdi ki 70'lerde ve 80'lerde sinemaya belli başlı başyapıtlar armağan etmiş bir İtalyan efsanenin böyle bir film yapacağını ? "Yeni dalganın ruhu" diye lanse edilmiş, adeta yeni dalganın son filmiymiş gibi boyanmış ve anlamsız bir biçimde bu festivale konmuş Ben ve Sen, amatör bir yönetmenin bile beceremeyeceği türden bir film. Fazla konuşma ihtiyacı da duymuyorum, çünkü baştan sona, hiçbir mesaj veremeden perdeden ayrılan (veya verdiği mesajların hiçbirisi kayda değer olmayan), hayal kırıklığı yaşatan bir film.

Brave (2012)

Disney'in Pixar'ı satın aldığı 2006 yılı, başta animasyonu Pixar ile yaşamış bir nesil için önce korkutucu, daha sonra merak uyandırıcı, sonraları ise ilgi çekici ve haliyle başarılı bir hal almıştı. Disney'in yıllar yılı süre gelen zihin kontrollü çizgi filmleri ve animasyonlarının ardından, Pixar gibi kısa süre içerisinde devleşmiş ve kültleşmiş bir firmaya nasıl bir dokunuş yapacağı merak konusuydu. Ratatoullie ve Wall-E ile ne yapmak istediklerini fazlasıyla kanıtlayıp gönülleri fethettiler. Tabi yılların getirdikleri, Pixar'ın bilindik kadrosunun yavaş yavaş kızağa çekilmesine sebep oldu. Amatör kadro diye tabir edilebilecek, yıllarca Pixar'ın çetrefillilerinin yanında bir nevi stajyerlik yapmış bu yeni yönetmen ve senaristler, yüz milyon dolarlık animasyon projeleri ile karşı karşıya bırakıldı, bütün iş omuzlarına yüklendi.

Mark Andrews ve Branda Chapman'ın liderliğinde, Lion King'in 27 senaristinden biri olan Irene Mecchi ve TV'deki çizgi filmleri ile boy göstermiş Steve Purcell'in senaryoya katkılarıyla hazırlanan 185 milyon $'lık Brave, bu yıl Disney'in animasyondaki en büyük kumarlarından birisi. John Carter ile büyük bir hezimet yaşayan Disney, artık yeni bir Wall-E çıkaramayacağının bilincinde, Pixar Stüdyoları ile çalışmaya ve ciddi paralar harcamaya devam ediyor "ne yazık ki". Ama Brave, ne yazık ki denilecek kadar, en azından geçen seneki Cars 2 kadar vasata yaklaşan bir yapım değil.

İskandinavyanın masal gibi, folk müzik kokulu topraklarında, ailesi ile zıt, prenses olmak istemeyen savaşçı, cesur, güzel bir kız yaşar, Merida. Okçuluktaki yeteneği daha küçük yaşlardan başlayan Merida'nın babası, tabir-i caizse bir Viking barbarıdır -sempatik olmasına rağmen. Annesi ise tamamıyla krallık kültürüyle yetişmiş kuralcı bir ebeveyndir. Bir gün krallığın 3 klanının savaşçı toplulukları Merida'yı istemek ve bir klanın en güçlü savaşçı erkeğiyle evlendirmek için krallığa doğru yol alırlar. Merida, bu durumdan haliyle huzursuzdur. Tek amacı, okçuluğunu cesareti ile birleştirip iyi bir savaşçı olabilmektir. Annesinin ağır baskıları yüzünden krallıktan kaçıp kadim dostu at Angus ile ormana doğru ilerleyen Merida, orman perilerinin yönlendirmesi ile bir cadının evini bulur. Tek istediği, annesinin katı fikirlerini değiştirmek için ona büyü yapılmasını istemesidir. Büyünün sonuçları ne istediği gibi gider, ne de geri dönüşü olmayan bir yol bu kadar uzak olur Merida'ya. Bir annenin ve kızının öz düşünceleri ve duyguları ile karşı karşıya gelip aralarında yanlış yollardan oluşmuş bağı tekrar onarmanın hikayesi aslında Brave.

Hikaye, fazlasıyla bilindik. Senaryo, fazlasıyla bilindik. Karakterler, fazlasıyla aşinalık uyandırıyor. Disney, Wall-E'den bu yana yetişkinlere yönelik bir icraat yapmamakta ısrarcı. Ama bu kadar olumsuzluğa rağmen, ortalama alt metninin verdiği ana fikri sağlam bir şekilde dillendirip güzel denebilecek bir fantastik cesaret öyküsü anlatmayı tercih ediyor. Ne öyküsünü aşırı fantastik, ne de fazla dramatik yapıyor. İkisinin ortasını sürekli bulmaya çalışıp en azından bir kız çocuğunun gözünde eğitici olmaya çalışıyor. Tabi bunu başarılı bir biçimde yaptığı pek tabi ki tartışılır. Çünkü biz biliyoruz ki Pixar'ın her bir filmi 7 den 70'e sayısız alt metin, gönderme, mesaj ve ana fikir (hatta ana fikir bile, evet) ile doluydu.

Efsaneleşmiş bir rock grubundan eski performanslarını beklemek kadar aptalca bir durum Disney'den ve Pixar'dan beklentiler içinde olmak. Ne veriyorlarsa izleyip kabullenmek de aptalca bir durum tabi. Kendilerine "restart" attıklarını düşünüyorum Brave ile. Bu sene Frankenweenie ve Wreck it Ralph ile Brave'den daha güçlü yapımları varmış gibi görünen Disney'in, 2009'da bir benzerini izlediğimiz "Ejderhanı Nasıl Eğitirsin?" animasyonunun birkaç gömlek altında kalan bir projesi olmuş Brave. Bilindik animasyon klişelerini göz ardı ettiğiniz sürece bence eğlenceli bir animasyona dönüşüveriyor. Şu ana kadar sönük geçen 2012 animasyon maratonunun iyi işlerinden.


7/10

03 Ekim, 2012

2012 Filmekimi Programım

Tüm sinemaseverlerin merakla beklediği filmekimi organizasyonu, İstanbul'da çoktan başladı. Ve kademe kademe ülkenin dört bir yanına yayılıyor. 5-7 Ekim tarihleri arasında takvimde İzmir de var ve 15 filmlik seçkinin 12'sinin biletleri hazır kıta beklemekte. Bu süre zarfında günde 4 film izlemenin verdiği amansız zorluk ile filmekimi eleştirilerimi gün be gün* yayınlayacağım. Twitter ve bloglarda gördüğüm bu filmekimi ilgisi bende istem dışı bir özentilik yarattı. Ha bu arada, ilk defa bir filmekimi günlerine katılıyorum, geçen sene kaçırmıştım nedense. 

İşte filmekimi programım:

5 ekim cuma

13.30 no
16.00 me and you
19.00 angel's share
21:30 amour**

6 ekim cumartesi

11.00 the door
16.00 pieta**
19.00 beasts of the southern wild**
21:30 sessiz + tepenin ardı**

7 ekim pazar

11.00 the we and the i**
16.00 beyond the hills**
19.00 7 days in havana**
21.30 ruby sparks**

*garantisi yok
**merakla beklenenler

28 Ağustos, 2012

Breaking Bad (5. Sezon)

Oh be, sonunda televizyon tarihinin en iyi dizisinin final sezonu başladı. Buruk bir başlangıç oldu tabi Breaking Bad'ciler için, malum, son sezon. Televizyonda anlatılmış en iyi hikaye olmasına rağmen 5 sezonda tadında bırakarak bitirecekler. Kimilerine göre iyi, kimilerine göre daha cıvkı çıkarılması gereken bir dizi. Vince Gilligan'a göre de 5 sezonluk hikayeden ibaret olmayan, ucunun sinema filmine kadar açık olacağı görünen bir iş. Ama tabi Vince'in söylediğine göre tüm ekip bu son sezona odaklanmış ve en mükemmel bir şekilde nasıl sunabiliriz onun derdindeler. 

Biz de bu dertlerini saygıyla karşılayarak, beklentilerimizi ilk 4 sezonun daha da ötesine taşıyarak, büyük bir final izleme umudu ile Temmuz'un ortasında ekran başına geçtik. Pazartesi günlerini adam edecek bir dizi Breaking Bad, bu yaz sıcağında çekilesi tek şey. 8 + 8 olarak yayınlanacak son sezonun ilk 7 bölümü geride kaldı bile. Son 1 bölüm ve tarifi imkansız bir bekleyiş, taa 2013'e kadar... 

İlk bölümde verdikleri flashforwardlı spoiler ile kuvvetle ihtimal bağdaştırabileceğimiz bir gidişat... Kafayı iyiden iyiye sıyırmış bir Heisenberg... Televizyon tarihinin en tehlikeli kötü adamlarından birisi... Çevresindeki hiçbir canlıya zerre merhamet duymayacak hale gelmiş, sadece kendi egosunu ve kıçını düşünen, mükemmeliyetçi bir uyuşturucu efendisi... Ne canımız ciğerimiz Jesse, ne babamız yerine koyduğumuz Mike, ne her polis böyle olsa dediğimiz Hank, ne kahvaltıların vazgeçilmez ismi Flynn, ne de adi kevaşe Skyler... Hiçbir karakterin eski sezonlardaki gibi kendi bölümleri yok artık. Bütün bölümler, evet evet bütün bölümler Heisenberg üzerinden kurulmaya başlandı. Daha doğrusu sonlandırılmaya başlandı. Vince Gilligan'ın dediği "tüm zamanların en pislik adamını size göstermeye çalışıyoruz" sözünü her bölüm aktif olarak göreceğimizin habercisi bu sezon. Ve her bölüm sonunda suratımızda oluşan garip şekiller... Bu sezon, belki de televizyon tarihinin bir daha göremeyeceği kadar güçlü, sert, egoist, muazzam, muhteşem. Artık bu andan sonra okuduğunuz her bir kelam, spoiler'ın kralını içerecektir. Lütfen ailemi bu yazıya katmadan önce dikkate alın şu cümleyi.

5. sezon 1. bölüm
"Let the game begins"

"Walter'ın 52. doğum günü sekansıyla başlayan dizinin sezon finali açılışı, bize ufak bir flashforward haberciliği yapıyor. Hırs, azim, ego, güce ulaşma isteği, geçmişten gelen eziklik gibi bütün olumsuz karakteristik özellikleri üzerinde taşıyan Walter'ın her şeyi geride bırakıp New Mexico'dan kaçtığını anlıyoruz. Bu sahnede de birisinden epey gizli ve güvenli bir biçimde bir araba ve M60 satın alıyor. Savaş baya bir büyük olacak, baya baya büyük ! Marduk gezegenine açık mektup: Eğer 2012 Aralık'ta bize çarpma gibi bir hevesin varsa 32 yerinden bıçaklarım lan seni ! 

Bunun dışında Walter'ın havaya uçurduğu meth lab'i araştırmaya gelen Gomie ve Hank, neler neler bulmuyorlar ki ? Gus Fring'in ölümünden sonra Cartel'in deşifre olması ve Fring'in ofisinde bulunan bilgisayar, fazlasıyla kafasını ağrıtıyor tabi Walt, Jesse ve Mike'ın. Bölümün efsane repliği "Magnets Bitch !" ile, gene pratik zeka Jesse planı ile bu üç kafadar laptoptan kurtuluyorlar. Açıkçası, ilk başlarda mantık hatası aradığım bu bölümün kusursuz bir biçimde tasarlanmış olduğunu söylemeliyim. Breaking Bad ve mantık hatası, are you kidding me, bitch ?"

5. sezon 2. bölüm
"Hadi meth yapmaya başlayalım."

"Evet, bunların bir şekilde Gus'ın 40'ı çıkmadan blue meth'e başlaması gerekirdi. Ulan adamın daha kemiği karışmadı toprağa (sanki kaldıydı) ne bu acele ? Neyse, Walter işte, söz geçiremiyorsunuz. 

Mike'ı ikna etme bölümü bunun bir diğer adı. Yine "Thanks, but no thanks" gibi efsanevi bir repliği herkesin aklına kazımış bir bölüm. Bir şekilde dağıtım işinde tecrübeli birisini bulmaları gerekiyordu, çevreleri pek de geniş olmadığı için Gus'ın has adamı Mike'a başvurmaya gittiler. Tabi Mike'ın işi kabul edeceğini söyleyen kim ? Kim ? Tabi ki bizim fırlama polisimiz Hank. İyi bok yedi ve Mike'ı bu işin başına tekrar getirdi. Mike dedenin torunu için biriktirdiği 5 milyon $'ı mahkeme kararı ile haşırt to the blackboard diye  hesabından alınca dımdızlak kaldı dede. 

Bölüm açılışı efsane olacak cinsten. Gus'ın almancı metilamin kaynağını da bir şekilde öğrenmiş oluyoruz. Mike'ın muhteşem pusu taktiği de bölümün komik yerlerinden. Ayrıca bu bölüm yavaş yavaş Walter denilen Heisenberg'ün ne denli bir duygusuza, korkusuz bir adama dönüşeceğinin sinyallerini vermekte"

5. sezon 3. bölüm
"Ruh hastası Heisenberg"

"Her bir karede fırtına öncesi sessizliğini izliyoruz ve adım adım yaklaştığımız büyük curcunanın sinyallerini alıyoruz. Bizimkiler Mike'ı işin içine kattıktan sonra artık mekan bakmaya gidecekler tabi. Ama artık Gus yok, onunki kadar profesyonel bir ekip yok, güvenli bir mekan yok. Walter, Gus'ı öldürürken akabininde gerçekleşecek hiçbir atraksiyonu düşünmemiş, bunu anlamaya başlıyoruz. Saul'un bulduğu meth yapma mekanları listesinde bizi 3. sezona götürecek 80'ler video salonu sahnesi yine bu bölümün en komik yeri bana kalırsa. Mekanların hepsini bulan Saul, deli gibi araştıran Saul, ama en akıllıca ve en kafi fikri veren gene Heisenberg. Bu noktadan sonra bu adama Walter demek abes kaçıyor. Heisenberg'ün ustaca planlarının bir başka versiyonu olan Vamonos Pest Evlere İlaçlama Şirketi Tic. Ltd. A.Ş., mobil meth laboratuvarını literatüre de sokmuş nitelikte. 

Geçen bölümde boğazını sıkıyormuş gibi ağlattığı Jesse'den sonra şimdi de ekran başındakilerinin boğazını sıkmaya başlıyor bu bölümde Heisenberg. Risin'e maruz bıraktığı çocuğa bakışı her şeyi anlatıyor. Bu adam daha kötü olamaz, veya kötülüğün başka bir limiti olamaz ! Sağ salim meth yapmaya başlamaları güzel bir şey. Gelecek bölümde başlarına bela olacak gerizekalı Todd ile tanışmaları da düşündüren bir şey. Bu veletten bir numara çıkacak düşüncesinde olan bir ben değilim herhalde." 

5. sezon 4. bölüm
"Metilamin lazım bacım"

"Belki de sezonun hayranlar tarafından en çok dışlanan ve sıkıcı bulunan bölümü ilan edilebilir 4. bölüm. Çünkü Skyler denen kevaşenin bulunduğu sahne sayısı birden fazla ne yazık ki. Daha çok da onun iğrenç triplerini izletiyor bizlere. Bir nevi seyircisini keskin bir çizgi ile ikiye bölme bölümü bu. Skylercılar ve Waltercılar. Özellikle ilerleyen bölümlerde Skyler'ın arkasına alacağı destek daha fazla olmaya başlayacak. Sebebini zaten biliyorsunuz. 

Bu bölümde, almancı metilaminci kızımızdan bir varil metilamin satın alıyor bizimkiler. Ama DEA, Madrigal'e baskın yaparak kimyasalların bulunduğu departmanın sorumlusunu tutukluyor, tüm varillere GPS yerleştiriyor. Peki hakikaten GPS'i DEA mi yerleştiriyor ? Lydia'nın parmağı var mı ? Bölüm sonunda bunun muhakemesine oturuyor bizim 3 kafadar tabi ki. Yine Walter ve yine yaratıcı bir plan. Açıklanmıyor içeriği. Gelecek bölüme saklanıyor. Her ne kadar eylem açısından zayıf bir bölüm olsa da Walter - Skyler savaşının üzerinde duran ve belki de bütün sezon boyunca duracak tek bölüm olması, gerilim düzeyini tepeye çekiyor. Fırtına öncesi sessizliği en çok hissettiğimiz bölüm."

5. sezon 5. bölüm
"Time to being Jesse James"

"Bölümün başlığı bu olsa gerek. Evet, Mike'ın Walter'ı kızdırmak için söylediği "Jesse James'i öldürdün diye Jesse James olamazsın" sözünün istisna olup beden bulmuş hali bu bölüm. Bu adam gerçekten çok ciddi, korkusuz ve hakikaten kafayı iyiden iyiye sıyırmış. Önünde hiçbir engel yok ona kalırsa, gerekirse çocuklu bir kadının infaz kararını verecek kadar soğukkanlı. Nerede o oto yıkamacıda lisedeki öğrencisine rencide olan ezik Walter, nerede şimdi uyuşturucu baronu olmak isteyen Heisenberg ? Evet, zaten bunları biliyorsunuz. Ama içinde zerre korku taşımayan bir Walter'ı bilmiyorsunuz.

Geçen bölüm Walter'ın yaptığı planı öğreniyoruz tabi, Lydia'nın üzerine gitme işi. GPS'i kim yerleştirdi ? Metalimin gerçekten takip ediliyor mu ? Walter'ın duygu sömürüsü ile kayın biraderinin ofisine yerleştirdiği böcekten neler duyacaklar ? Bunlar klasik sorular. Teker teker de cevabını buluyor. Ama, o bölüm açılışına ne demeli ? Sadece bir çocuk, bir bisiklet, bir tarantula ve uzaktan gelen bir tren sesi. Yine senaristler alakasız bir konuyu bölüm finaline öylesine bağlamışlar ki, ayağa kalkıp "bu bölümü yazanın anasını, avradını..." demek geliyor içinden insanın. Neyse. Lydia paçayı kurtardıktan sonra metilamin kaynağının haritasını ve sistemini veriyor bizimkilere. Jesse James'lik değil de, Butch Cassidy'lik yapıyorlar bu bölümde. Vagonunun birisinde 1000 galon metilamin taşıyan bir treni soyma işlemi. Bu sefer üçlünün yanına yardımcı olarak Vamonos'un salak ve genç delikanlısı Todd da geliyor. Ustalık eseri bir plan ve yüksek dozda adrenalin ile treni soyuyorlar. Soygun sonunda sevinirken kimi gördüklerini tahmin etmek o kadar güç ki. Bisikletli, tarantunalı çocuk. Todd silahını çıkarıyor ve çocuğu vuruyor. Hem de uzak bir mesafe olmasına rağmen tam 12'den (!!!). Ve dalga geçermişçesine Exe. Producer 'Vince Gilligan' yazısı siyah ekranda. Fırtınaya hoşgeldiniz."

5. sezon 6. bölüm
"Ayrılık zamanı, ama biraz erken"

"Ne denilebilir ki artık ? Walter'ın ipe sapa gelmeyecek vurdumduymaz tavırları, Jesse yerine Todd gibi moronun yanında saf almalar, yine ve yine kafasında 40 tilki dolandırıp hiçbirisinin kuyruğunu birbirine değdirmemeler... Ayrılık pek tabi ki gelecekti artık. Ve o bölüm bu bölüm oldu. Öldürülen çocuğun üzerinden 24 saat geçmemişken, Queen'in Lily of the Valley şarkısını ıslıkla çalması Walter'ın, zaten bütün sinir sistemi çökmüş Jesse için bir uyanış, bir irkiliş çığlığı oldu. Walter, yüksek egosuna belki de ilk kez yenildi orada. Jesse'yi kaybetti.

Bu bölüm, sezon boyunca hiçbir şekilde üzerinde durulmayıp geri plana itilen (ki hiçbir karakter Walter kadar aktif değil artık, bu sezon Walter'ın sezonu) Hank'in Mike üzerinde yoğunlaşmaya çalıştığı bölümlerden. Gus davasını hiçbir şekilde kapatmak istemiyor, bir şekilde şebekeyi, daha doğrusu Heisenberg'ü öğrenmek istiyor. Çünkü blue meth piyasada. ASAC (Amir, müdür, hede hödö) olduktan sonra da özgüven aşılandı birden kendisine. Tabi elde var 0. Mike gene paçayı kurtardı, ama...


Artık işler fazla riske girmeye başladı. Gus gibi profesyonelin idare ettiği bir uyuşturucu ağı yok artık. Walter gibi egoist bir anti-kahraman tarafından yönetiliyor. Güvenlik yok, nakliye riskli, ürünler bile mobil lablarda üretiliyor. Kimse polise veya mahkemeye ötmesin diye de Mike'ın adamlarına da para yediriliyor. Mike geri adım atıyor ve ıslıktan sonra geri atmak için can atan Jesse'yi de duruma ortak ediyor. Mike zaten gerekli anlaşmaları yapmış, 1000 galon metilaminin 3/2'si rakip uyuşturucu çetesine satılacak, geriye kalan galon Walter'a verilecek. Eğer ikna olursa tüm galonlar satılacak. Herkese 5 milyon $ pay kalacak, piyasadan herkes çekilecek. Oldu mu şimdi bu laf bu ? Oldu mu böyle para kokan bir ortamda hocam ?

Heisenberg'ün "beni siz delirttiniz" naraları attığı bu bölüm, kötü adamımızı tek başına bırakıyor bu taht yolculuğunda. Mike yok, Jesse isteksiz, Skyler kevaşe. Walter, doğaçlama yaparak Mike'ı ve rakip çeteyi zor durumda bırakıyor, tüm metilamine el koyuyor. Artık kontrol onda, tamamen onda. Buradan sonra namını konuşturup "imparatorluk işine" devam edecek. 

Not: Bölümün en komik yeri olan "Jesse'nin yemek masası maceraları" yerini kaç defa izledim bilmiyorum.

5. sezon 7. bölüm
"Tony Montana'lığa giden yol"

"Heisenberg, artık en büyük rakipleri ile yüzleşmek zorunda. Coca-Cola'nın üreticisi, Le Cola yapanlara "bu iş böyle yapılır, bırakın bu çakma işleri" demek zorunda. Ve "ismimi söyle" diyerekten Heisenberg karizmasını da göstermek zorunda. Artık o korkulan bir isim. Efsaneleşen ejderha hikayeleri gibi, şehre indiğinde herkesin kaçıştığı Beowulf'un ejderhası gibi Heisenberg. 

Hank'in kendini parçalayarak harcadığı emeklerin sonucunu aldığı bir bölüm oluyor ayrıca. Dizinin gizli favori karakterlerinden olan ve 5. sezon ile bu konuda terfi etmiş Mike'ın da veda perdesi. Avukatı yakayı ele veriyor, torununu parkın ortasında bırakmak zorunda kalıyor, şehri ve ülkeyi terketmek zorunda bırakılıyor. Mike için çok dramatik bir son. Ama o da ne ? Heisenberg, bu kadar pislik olamazsın ! Sırf Mike'dan hapisteki 9 adamın listesini almak için onun yanına kadar gidip onu vuran, onu öldüren Heisenberg ! Dizi başladığından beri bütün küfürleri ettiğimiz, adi kevaşe dediğimiz Skyler'a destek vermemizi, onu haklı çıkarmamızı sağlayan Heisenberg ! Ruhsuz bir psikopata, kontrolden çıkan bir Tony Montana'ya dönüşen bir Heisenberg ! Bu bölümden sonra Vince Gilligan'ın nefret aşılama taktikleri başarıyla sonuçlanıyor. Artık bir numaralı pislik, Heisenberg oluyor ! Hank'i öldürmesi tamamen egoist bir durum, tamamen sinirsel bir durum. Onu vurduktan sonraki yüz ifadesi ve korku da her şeyi anlatıyor. Bir anlık verilmiş dengesiz bir karar. Ama birkaç saat sonra zerre umursamayacağı bir karar ne yazık ki. O listenin Lydia'da olduğunu aklının ucundan bile geçirmiyor o dakikalarda, çünkü gururuna yediremiyor. O pis, kokuşmuş, şişmiş, iğrenç gururuna ! 

Jesse yok, Mike öldü. Bize de Heisenberg kaldı. Böyle olmaz, böyle gitmez. Ben bundan sonra yokum derdim başka bir dizi olsaydı ama bu Breaking Bad. Yazarlarının insan olmadığı tek dizi.




Gelecek hafta 2 Eylül'de (Amerika zamanı ile) yayınlanacak 8. bölüm ile 5. sezonun ilk yarısı tamamlanmış olacak. Bize de, yeni çekim sürecini, yeni senaryoyu ve 2013'ün belirsiz bir ayını beklemek kalacak. Hoşçakalın, yo !

29 Şubat, 2012

2011 #TOP 15 (Son Liste)

Artık 2011 sinema pazarından o kadar çok film izledim ki, listem son şeklini aldı diyebilirim. The Artist'i 1. likten düşürdüm bu arada, gelen tepkilerden beynim yıkandı nedense. Moneyball'u biraz oynatmam gerekti, film boyunca çok ama çok etkilenmiştim. Neyse işte, liste bu. Açıklama falan beklemeyin, zaten bloga giren sinefil arkadaşlarım filmlerin zat-ı şahısları hakkında gereken karalamaları okudular.
Hugo
1- Hugo
2- The Artist
3- Bir Zamanlar Anadolu'da
4- The Tree of Life
5- A Separation
6- Moneyball
7- Midnight in Paris
8- Drive
9- The Girl With The Dragon Tattoo
10- Take Shelter
11- Warrior
12- Rango 
13- 50/50
14- The Descendants
15- War Horse

20 Şubat, 2012

Yılın En İyi Filmi Anketi Sonuçları

Yılın en iyi filmini belirlediğiniz anket sonuçları belli oldu. Toplamda 75 oy kullanıldı, tüm oy kullananlara teşekkür ediyorum. Beklemediğim sonuçları aldım diyebilirim, blogumu okuyan veya bloguma arada sırada uğrayanların film zevkleri konusunda da aklımda fikirler oluştu. Diğer seçeneğini eklemeyi düşünmedim, zaten anketi açarken 15 film vardı, 3'ünü ilgi görmez diye silmiştim. Bunlar Melancholia, J. Edgar ve Rango'ydu. Zaten blogumla fazla ilgilenemiyorum ve okur sayım da fazlasıyla kısıtlı. Hiç de kasmadım sinema blogunda garip garip şeyler paylaşıp internet fenomeni olabilmek için, zaten böylesine bloglarda vakit öldürenler fazlasıyla mevcut. Yakın zamanda da blogumu terkedeceğim, eskiden en rahat yazdığım yerdi ama canım sıkılmaya başladı resmen. Tabiki de ilgisizlikten. Beni takip etmek isteyen sinemakulubu.com'dan ve twitter'dan takip edebilir, bu kadar. Bu blogumun son yazısı olabilir, benden kat be kat başarılı arkadaşların bloglarında görebilirsiniz beni. Neyse, işte 12 filmlik listenin sıralaması:


1- Bir Zamanlar Anadolu'da (19 oy)
2- A Separation (10 oy) The Artist (10 oy)
3- Hugo (8 oy)
4- The Tree of Life (6 oy) - HP and The Deathly Hallows (6 oy)
5- The Descendants (4 oy) - Midnight in Paris (4 oy)
6- Drive (3 oy)
7- Moneyball (2 oy) - The Help (2 oy)
8- Warrior (1 oy)

Amerikan Senaristler Birligi Kazananları

Woody Allen
2012 Oscar Sezonu'nun son birlik ödülü olan WGA (nam-ı diğer) Senaristler Birliği, ödüllerini dağıttı. Büyük bir süpriz yok, orijinal senaryo Midnight in Paris'e, uyarlama senaryo The Descendants'a gitti. Geçtiğimiz senelerde Oscar için bir ölçü olmayan birliktir kendileri, yaptıkları 2008'deki grev ile zaten iyice sektörden aykırı olduklarını göstermişlerdir. Moneyball (Zailian - Sorkin) ikilisinin şansı biraz daha düştü. The Descendants ne yapıp edip onore edilecekti, bu daldan onore edilecektir. Oscar'larda The Artist süprizi yaşanabilir senaryo dalında, herkes hazırlıklı olsun. Dizi dalında da Breaking Bad beklenen zaferini alabildi, muhteşem 4. sezonu ve olağanüstü özgün senaryosuyla zafere ulaştı sonunda bir yerde.



Orijinal Senaryo Midnight in Paris, written by Woody Allen


Uyarlama Senaryo The Descendants, screenplay by by Alexander Payne and Nat Faxon & Jim Rash; Based on the novel by Kaui Hart Hemmings



Belgesel Senaryosu Better This World, written by Katie Galloway & Kelly Duane de la Vega
Drama Dizisi Breaking Bad, written by Sam Catlin, Vince Gilligan, Peter Gould, Gennifer Hutchison, George Mastras, Thomas Schnauz, Moira Walley-Beckett
Komedi Dizisi Modern Family, written by Cindy Chupack, Paul Corrigan, Abraham Higginbotham, Ben Karlin, Elaine Ko, Carol Leifer, Steven Levitan, Christopher Lloyd, Dan O’Shannon, Jeffrey Richman, Brad Walsh, Ilana Wernick, Bill Wrubel, Danny Zuker
Yeni Dizi Homeland, written by Henry Bromell, Alexander Cary, Alex Gansa, Howard Gordon, Chip Johannessen, Gideon Raff, Meredith Stiehm
Drama Dizisinde En İyi Bölümlük Senaryo “Box Cutter” (Breaking Bad), written by Vince Gilligan; “The Good Soldier” (Homeland), written by Henry Bromell
Komedi Dizisinde En İyi Bölümlük Senaryo “Caught in the Act” (Modern Family), Written by Steven Levitan & Jeffrey Richman
TV Filmi Orijinal Senaryo– “Cinema Verite,” written by David Seltzer
TV Filmi Uyarlama Senaryo – “Too Big to Fail,” written by Peter Gould, Based on the book written by Andrew Ross Sorkin
Animasyon “Homer the Father” (The Simpsons), written by Joel H. Cohen; Fox
KOMEDİ / DOĞAÇLAMA – The Colbert Report, writers: Michael Brumm, Stephen Colbert, Rich Dahm, Paul Dinello,  Eric Drysdale, Rob Dubbin, Glenn Eichler, Dan Guterman, Peter Gwinn, Jay Katsir, Barry Julien, Frank Lesser, Opus Moreschi, Tom Purcell, Meredith Scardino, Scott Sherman, Max Werner; Comedy Central
KOMEDİ / DOĞAÇLAMA – MÜZİK ÖDÜLLERİ, SAYGI DURUŞU– ÖZEL ÖDÜLLER After the Academy Awards, Head Writers: Gary Greenberg, Molly McNearney; Writers: Tony Barbieri, Jonathan Bines, John N. Huss, Sal Iacono, Eric Immerman, Jimmy Kimmel, Jonathan Kimmel, Jacob Lentz, Danny Ricker, Richard G. Rosner
GÜNLÜK DRAMA General Hospital, written by Meg Bennett, Nathan Fissell, David Goldschmid, Robert Guza, Jr., Karen Harris, Elizabeth Korte, Mary Sue Price, Michele Val Jean, Susan Wald, Tracey Thomson.

12 Şubat, 2012

BAFTA Kazananları

BAFTA Ödülleri, BBC'nin yayın politikası yüzünden TV'den yayınlanamayan gecesi ile sahiplerini buldu. The Artist'in 7 galibiyet ile domine ettiği törende en büyük süprizlerden birisi A Separation'un ödül alamamış olmasıydı. Oscar'a doğru adım adım yürüyor The Artist. 



Best Film

WINNER

The Artist (2011)

Other Nominees:

Drive (2011)
The Help (2011)

Alexander Korda Award for Outstanding British Film of the Year

Other Nominees:

Senna (2010)
Shame (2011)

Best Actor

WINNER

Other Nominees:

Brad Pitt for Moneyball (2011)

Best Actress

WINNER

Best Supporting Actor

WINNER

Best Supporting Actress

WINNER

Other Nominees:

Carey Mulligan for Drive (2011)

David Lean Award for Achievement in Direction

WINNER

Best Screenplay (Original)

Best Costume Design

WINNER

Anthony Asquith Award for Film Music

WINNER

Best Make Up/Hair

WINNER

Best Sound

WINNER

Hugo (2011/II)

Best Achievement in Special Visual Effects

Other Nominees:

Hugo (2011/II)
War Horse (2011)

Best Film not in the English Language

WINNER

Other Nominees:

Incendies (2010)
Pina (2011)
Potiche (2010)

Best Animated Feature Film

WINNER

Rango (2011)

Other Nominees:

Best Documentary

WINNER

Senna (2010)

Orange Wednesdays Rising Star Award

Outstanding Debut by a British Writer, Director or Producer

Other Nominees:

Black Pond (2011): Will SharpeTom Kingsley, Sarah Brocklehurst

Best Short Animation

WINNER

Other Nominees:

Abuelas (2011)
Bobby Yeah (2011)

Best Short Film

WINNER

Other Nominees:

Chalk (2010)
Two & Two (2011)