12 Years A Slave

12 Years A Slave

İngiliz yönetmen Steve McQueen'den mühür niteliğinde bir film.

Blue is the Warmest Colour

Blue is the Warmest Colour

Abdellatif Kechiche'den 2013'ün en çarpıcı başyapıtı.

09 Kasım, 2012

Filmekimi 2012 - Sıralamam


Çok geç bir yazı olduğunun farkında olarak filmekimi2012 programında izlediğim 12 + 1 (kısa film) filmin kısa kısa incelemelerini ve puanlamalarını yapmak istiyorum. 2012 yılının kalburüstü bağımsız filmlerini izlemek kadar güzel bir şey olamazdı herhalde geçen ay. Haneke'nin Amour'unun biletleri birkaç gün öncesinden tükenmişti. Festival gününe kadar tüm seanslar neredeyse tam doluydu. Eğlenceli, öğretici, güzel bir deneyim oldu benim açımdan. "Film okuma" diye bir şey varsa eğer, galiba biraz ilerlemişim bu konuda. Aynısını donanımhaber'in sinema bölümüne de yazdığım "Filmekimi İzmir 2012 inceleme" yazım.





1) Pieta (10/10) 

Kore sineması intikam hikayesi anlatmasını aşırı derecede ve sinir bozucu dozda iyi biliyor. Kim ki-duk, Kore sinemasının medar-ı iftiharı olan, ülkesinin en farklı yönetmenlerinden birisi. Pieta ile de harikaların da harikalarını yaratmış diyebilirim. PTA'nın Master'ının önünde Venedik'de Altın Aslan'ı alması süpriz değil, aksine festivalde ödülü tek hak eden film. Rahatsız edicilik seviyesinde Haneke ile yarışacak kadar zorlu bir film ayrıca, çünkü seansın ortasında salondan 10-15 kişi çıktı, bir kadın salondan çıkar çıkmaz bayıldı. 

Not: Filmin afişindeki metafor, ünlü "Pieta" heykeline bir gönderme niteliğinde.

2) Amour (9,5/10) 

Michael Haneke ve onun rahatsız edici, sinir bozucu sinemasının son ürünü, Amour. Belki de sinemasının en zor filmi bu. Filmekimi programında yoğunluğun en fazla olduğu filmdi Amour. Keza tüm dünya festivallerinde de durum böyle. "Yok efendim sanat sineması izlenmiyor, biz izliyoruz çok şanslıyız" diye kasıntılara girmeyin. Toronto'dan Cannes'a kadar dünyanın dört bir yanında bu filme bilet bulanı cennete yolluyorlar. Her neyse... Haneke, bilindik, klişe bir melodramı çekilmez bir sonu olmayan hikayeye öyle bir yerleştirmiş ki, filmin son 40-50 dakikasını salona ne amaçla gelirlerse gelsinler tüm seyirciler pür dikkat izlediler. Haneke, istediğini, belki de hiçbir filminden alamadığı derecede bu filminden almasını fazlasıyla bilmiş. Planları uzatmış, kamerayı aktüel kullanmak yerine ilahi bakış açısı ile kullanmış ve insanların geleceği hakkında fazlasıyla düşünmesi için bol bol zaman bırakmış. O meşhur, televizyonda oynayan IKEA reklamındaki mutlu mesut yaşayan aile var ya, işte öyle bir ailenin gerçekte olmadığı vurgusunu yapmış. Seyircisine her zamankinden daha fazla tecavüz ederek, yine ucu fazlasıyla açık bir final ile noktayı koymuş. Haneke'yi ya seversiniz, ya nefret edersiniz. Her usta yönetmen gibi de filmin ikinci yarısına kadar genel geçer kitleye kendi belirlediği süreyi tanıyarak kendi kitlesini sona saklamasını iyi biliyor Haneke. Batı, büyük ihtimal bu filmi hazmedemeyecektir. Oscarlarda en iyi yabancı film ? Zor gibi. 

3) No (9/10) 

Seçkinin açık ara farkla beni en çok şaşırtan filmiydi No. Şili sinemasının son dönemdeki en iyi yönetmeni olan Larrain'in, Cannes'dan ödülle dönen bu siyasi - politik taşlaması, Şili'nin yakın tarihindeki meşhur diktatörünün referandum kampanyasını konu alıyor. Diktatörün, kendi iktidarını referanduma götürmesinden sonra, ülke iki kutba ayrılıyor ve diktatörü destekleyenler "evetçi", rejimin yıkılmasını isteyenler "hayırcı" oluyor. Ünlü reklamcı René Saavedra ile anlaşan "hayırcı güruh", zorlu, trajikomik, çetrefilli bir yoldan referandumu kazanıyorlar. Ama Larrain, ABD'nin yoğun bir biçimde desteklediği "hayır" kampanyasını, öyle anti-komünist salvolar sallayarak yorumlamıyor. Finalinde bile "acaba biz ne yaptık" sorusunu sordurtuyor. Her açıdan eleştirel bir film, gerek diktatoryaya, gerekse batı hayranlığındaki özgürlükçü kitleye. Ülkemizin şu anki durumuna da bire bir uyuyor ayrıca, tam bir replika. No filmi, hem Şili'nin 80'lerdeki durumuna, hem de ülkemizin 60 yıllık berbat rejimine dolaylı yoldan da olsa ışık tutan, harika bir film. 

4) Dupa Dealuri (9/10) 

Her ne kadar indirdiğim sürümün berbat olması sebebiyle izleme fırsatına erişemediğim 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün'ün yönetmeni Cristian Mungiu'nun son filmi Beyond The Hills, Romanya'nın ücra köşelerinin birisinde sıkışıp kalmış bir grup rahibenin, cehaletin ve bilgisizliğin pençesine düşmesi yüzünden ilmi yanlış ellerde öğrenmesinin satirik bir eleştirisi niteliğinde (bu cümleyi de yazabildim ya :D). Bir kadın, rahibe olup kendini dine verir. Diğer kadın, onun uğruna Almanya'da çalışıp para biriktirir, ama sevdiği kadın rahibe olmuştur. Ayrı dünyaların farklı hikayesinin içinde de bir din olgusu. Mungiu, en iyi bildiği iş olan kadın ilişkilerini, öylesine derin ve dolu bir senaryo ile anlatmayı seçmiş ki, hem yakın zamanda Avrupa Birliği ülkesi olan Romanya'nın aslında öyle ahım şahım bir yer olmadığını dile getirmiş, hem cehaletin pençesindeki kadınların panzehiri din olgusunun elinde bulmasını eleştirmiş, hem de muhafazakar bir toplumda imkansız ama güçlü bir aşk hikayesi anlatmayı denemiş. Hepsinden de yüksek başarıyla ayrılmış. Cannes'dan en iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu(lar) ödüllerini de aldığını belirtmiş olayım. 

5) The Angel's Share (9/10)

Ken Loach'u azıcık tanıyanlar bilirler. Britanya'nın tabir-i caizse en ana akım dışı sinemacısıdır. Orta direklerin hikayelerini anlatmayı tercih eder. Sisteme, düzene, kara mizah dozunda eleştiriler sallar. The Angel's Share filmi ile de yine harika bir kara mizah ürünü ortaya koymuş. Filmekimi seçkisinin en komik filmiydi. Bu senenin de en komik filmiydi ayrıca. Cannes'dan Jüri Ödülü alması da anlamlı olmuş. Bu filmi uzun uzun anlatmayı da tercih edebilirdim ama sadece izleyin demeyi tercih ediyorum. Alex Payne'in Sideways'inden sonra alkolik kara mizah filmlerine bir yenisi daha eklendi :)

6) Tepenin Ardı (8,5/10) 

Emin Alper'in Berlin'den iki ödül ile dönen filmi Tepenin Ardı, sinemamızın bozkırımızı anlatan bir başka ürünü. Bozkırda yaşam zordur, çetrefillidir, hepimiz biliyoruz. Ama Emin Alper'in tarzı biraz daha farklı. Ne Nuri Bilge Ceylan (Bir Zamanlar Anadolu'da, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı) kadar ahım şahım, profesyonel; ne de Metin Erksan (Susuz Yaz) kadar politik, romantik bir bakış açısında. Belki de ikisinin arasında bir yerlerde. Bir ilk film olmasına rağmen çok iyi bir anlatıma sahip. Her ne kadar filmin geneline hakim olan  ana fikir "savaş sendromu yaşayan birisinin toplumdaki yeri" teması olsa da, her bir karakterini hiçbir şekilde es geçmeyerek o uçsuz bucaksız bozkırlarda derinlemesine anlatmaya çalışıyor. Berlin'den iki ödülle dönmesi sürpriz değil. Yeni dönem Türk sineması için de bir ümit kaynağı Emin Alper. 

7) Ruby Sparks (8/10)

Listemde bir değişiklik yapmak zorunda kaldım. Bunun sebebi de tamamen Stranger Than Fiction'u izlememden kaynaklanıyor. Ruby Sparks, ona iyi bir alternatif, biraz daha küfürlü, biraz daha romantik. Ama senaryo anlamında Zoe Kazan'ın kaleminin Zach Helm'den daha derin ve ağırbaşlı olduğu söylenemez. Zach Helm'in kaleminin edebiyata yakın ve kaliteli olması da Ruby Sparks'ı gözümde birkaç puan düşürdü. Sanki bir karşılaştırma yazısıymış gibi duruyor, evet. Ama tekrar edilen şeylerin karşılaştırmasını yapıp iğnelemesini düzenlemek de işimiz olmalı. Gene de son dönemde romantik sinemaya gelmiş kaliteli işlerden birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim Ruby Sparks'ın, 8 puanı bu yüzden verdim.

8) The We and The I (7,5/10) 

Fransız sinemacı Michel Gondry'nin kendi sinemasına geri dönüşü niteliğindeki Biz ve Ben, seçkideki güzel filmlerden birisiydi gene. Cannes'da "yönetmenlerin 15 günü" programında gösterilen ve ilgiyle karşılanan film, Amerika'nın hippi ve sorumsuz gençliğine ışık tutuyor. Gençliği eleştirmeyi, tek bir mekanda, bir otobüsün içinde; yani farklı bir yoldan yapmayı tercih ediyor. Yönetmenin kontratlı alınan Blackberryler'e, iPhone'lara yaptığı yakın çekimler de "özentilik" kavramının içini biraz deşiyor. Gondry'nin kendi özgün tarzı ile yansıttığı bu bağımsız film, her bir liseli gence geç olmadan izletilmeli. 

9) Sessiz - Be Deng (7,5/10) 

Rezan Yeşilbaş'ın 14 dakikaya sığdırmaya çalıştığı "darbe sonrası güneydoğu" temalı filmi Sessiz, bu yazıyı okuyanların bildiği üzere Cannes'dan en iyi kısa film ödülünü aldı. Ve hak ediyor da. 14 dakikalık bir süre içerisine bölgede yıllarca yaşanmış olanları sığdırmaya çalışması ve bunu da dilini fazla sivriltmeden yapması, bence takdire şayan. 

10) Beasts of the Southern Wild (6,5/10) 

Hani bazı filmler vardır, insanda öyle bir etki yaratır ki, ömür boyu o sizin başucu filminiz olur. Bazı insanlarda da aynı film etki bile bırakmaz. Pan'ın Labirenti etkisi beklerken bu "masaldan", öyle bir şey olmadığını gördüğümde neredeyse dünyam başıma yıkılıyordu. Çünkü beklentilerim çok fazlaydı. Toplumun en alt kademelerinde yaşayan bir grup insanın hayata tutunma öyküsünü, küçük bir kız çocuğunun gözünden anlatan Düşler Diyarı, hakkında fazla konuşmak istemiyorum ama benim için fazla abartılmış bir film. Hele hele "son 20 yılın en iyi sundance filmi" demek, kulağıma lobici şirketlerin isimlerini fısıldatıyor. 

11) 7 Days in Havana (6/10) 

Benicio Del Toro, Gaspar Noe, Elia Suleiman gibi yönetmenleri de kadrosunda bulundurarak, 7 farklı yönetmenin Havana yorumunun kolajı niteliğindeki "Havana'da 7 Gün", bilindik "bilmem neresi, seni seviyorum" şehir reklamlarının aksine, şehrin banliyölerinde yaşayan, geçim sıkıntısı çeken orta direk insanları inceleyerek; merkezine Havana'yı almak yerine "insanı" alıyor. Tabi her "birleştirilmiş" filmin temel sorunlarından birisi, Havana'da 7 Gün'e uğruyor ne yazık ki. Hikayeler arası kopukluğun olması, her yönetmenin kendi yorumunu tabir-i caizse abartması ve özellikle Gaspar Noe'nin sanatsallıkta sınır tanımaması. Elia Suleiman, Benicio Del Toro ve Pablo Trapero dışındaki tüm bölümler sanki amatör bir yönetmenin elinden çıkmış hissi veriyor. 

12) The Door (6/10) 

Macar sinemasının ana akım yönetmeni Istvan Szabo'nun festivale Helen Mirren'ın ismi sayesinde seçilen son filmi The Door, festivaldeki büyük hayal kırıklıklarımdan birisiydi. Macar sinemasını efsane Bela Tarr dışında pek tanımıyordum. Szabo'nun bir Tarr olamayacağını da biliyordum. Pek yanılmadan, pek bir beklenti içine girmeden izlemeye çalıştım. Helen Mirren'ın üst düzey yetenekleriyle bezenen performansı olmasaydı, bu vasat melodramik öykü çekilmezdi. Evet, ne yazık ki basit bir melodram anlatmayı tercih etmiş Szabo. Ana akım sinemanın büyük bir bölümünün yaptığını o da hakkıyla yerine getirmiş. Film bittiğinde alkışlayanlar... Festivalin izleyicisi kesinlikle değillerdi.

13) Me and You (5/10) 

Kim tahmin edebilirdi ki 70'lerde ve 80'lerde sinemaya belli başlı başyapıtlar armağan etmiş bir İtalyan efsanenin böyle bir film yapacağını ? "Yeni dalganın ruhu" diye lanse edilmiş, adeta yeni dalganın son filmiymiş gibi boyanmış ve anlamsız bir biçimde bu festivale konmuş Ben ve Sen, amatör bir yönetmenin bile beceremeyeceği türden bir film. Fazla konuşma ihtiyacı da duymuyorum, çünkü baştan sona, hiçbir mesaj veremeden perdeden ayrılan (veya verdiği mesajların hiçbirisi kayda değer olmayan), hayal kırıklığı yaşatan bir film.

Brave (2012)

Disney'in Pixar'ı satın aldığı 2006 yılı, başta animasyonu Pixar ile yaşamış bir nesil için önce korkutucu, daha sonra merak uyandırıcı, sonraları ise ilgi çekici ve haliyle başarılı bir hal almıştı. Disney'in yıllar yılı süre gelen zihin kontrollü çizgi filmleri ve animasyonlarının ardından, Pixar gibi kısa süre içerisinde devleşmiş ve kültleşmiş bir firmaya nasıl bir dokunuş yapacağı merak konusuydu. Ratatoullie ve Wall-E ile ne yapmak istediklerini fazlasıyla kanıtlayıp gönülleri fethettiler. Tabi yılların getirdikleri, Pixar'ın bilindik kadrosunun yavaş yavaş kızağa çekilmesine sebep oldu. Amatör kadro diye tabir edilebilecek, yıllarca Pixar'ın çetrefillilerinin yanında bir nevi stajyerlik yapmış bu yeni yönetmen ve senaristler, yüz milyon dolarlık animasyon projeleri ile karşı karşıya bırakıldı, bütün iş omuzlarına yüklendi.

Mark Andrews ve Branda Chapman'ın liderliğinde, Lion King'in 27 senaristinden biri olan Irene Mecchi ve TV'deki çizgi filmleri ile boy göstermiş Steve Purcell'in senaryoya katkılarıyla hazırlanan 185 milyon $'lık Brave, bu yıl Disney'in animasyondaki en büyük kumarlarından birisi. John Carter ile büyük bir hezimet yaşayan Disney, artık yeni bir Wall-E çıkaramayacağının bilincinde, Pixar Stüdyoları ile çalışmaya ve ciddi paralar harcamaya devam ediyor "ne yazık ki". Ama Brave, ne yazık ki denilecek kadar, en azından geçen seneki Cars 2 kadar vasata yaklaşan bir yapım değil.

İskandinavyanın masal gibi, folk müzik kokulu topraklarında, ailesi ile zıt, prenses olmak istemeyen savaşçı, cesur, güzel bir kız yaşar, Merida. Okçuluktaki yeteneği daha küçük yaşlardan başlayan Merida'nın babası, tabir-i caizse bir Viking barbarıdır -sempatik olmasına rağmen. Annesi ise tamamıyla krallık kültürüyle yetişmiş kuralcı bir ebeveyndir. Bir gün krallığın 3 klanının savaşçı toplulukları Merida'yı istemek ve bir klanın en güçlü savaşçı erkeğiyle evlendirmek için krallığa doğru yol alırlar. Merida, bu durumdan haliyle huzursuzdur. Tek amacı, okçuluğunu cesareti ile birleştirip iyi bir savaşçı olabilmektir. Annesinin ağır baskıları yüzünden krallıktan kaçıp kadim dostu at Angus ile ormana doğru ilerleyen Merida, orman perilerinin yönlendirmesi ile bir cadının evini bulur. Tek istediği, annesinin katı fikirlerini değiştirmek için ona büyü yapılmasını istemesidir. Büyünün sonuçları ne istediği gibi gider, ne de geri dönüşü olmayan bir yol bu kadar uzak olur Merida'ya. Bir annenin ve kızının öz düşünceleri ve duyguları ile karşı karşıya gelip aralarında yanlış yollardan oluşmuş bağı tekrar onarmanın hikayesi aslında Brave.

Hikaye, fazlasıyla bilindik. Senaryo, fazlasıyla bilindik. Karakterler, fazlasıyla aşinalık uyandırıyor. Disney, Wall-E'den bu yana yetişkinlere yönelik bir icraat yapmamakta ısrarcı. Ama bu kadar olumsuzluğa rağmen, ortalama alt metninin verdiği ana fikri sağlam bir şekilde dillendirip güzel denebilecek bir fantastik cesaret öyküsü anlatmayı tercih ediyor. Ne öyküsünü aşırı fantastik, ne de fazla dramatik yapıyor. İkisinin ortasını sürekli bulmaya çalışıp en azından bir kız çocuğunun gözünde eğitici olmaya çalışıyor. Tabi bunu başarılı bir biçimde yaptığı pek tabi ki tartışılır. Çünkü biz biliyoruz ki Pixar'ın her bir filmi 7 den 70'e sayısız alt metin, gönderme, mesaj ve ana fikir (hatta ana fikir bile, evet) ile doluydu.

Efsaneleşmiş bir rock grubundan eski performanslarını beklemek kadar aptalca bir durum Disney'den ve Pixar'dan beklentiler içinde olmak. Ne veriyorlarsa izleyip kabullenmek de aptalca bir durum tabi. Kendilerine "restart" attıklarını düşünüyorum Brave ile. Bu sene Frankenweenie ve Wreck it Ralph ile Brave'den daha güçlü yapımları varmış gibi görünen Disney'in, 2009'da bir benzerini izlediğimiz "Ejderhanı Nasıl Eğitirsin?" animasyonunun birkaç gömlek altında kalan bir projesi olmuş Brave. Bilindik animasyon klişelerini göz ardı ettiğiniz sürece bence eğlenceli bir animasyona dönüşüveriyor. Şu ana kadar sönük geçen 2012 animasyon maratonunun iyi işlerinden.


7/10