12 Years A Slave

12 Years A Slave

İngiliz yönetmen Steve McQueen'den mühür niteliğinde bir film.

Blue is the Warmest Colour

Blue is the Warmest Colour

Abdellatif Kechiche'den 2013'ün en çarpıcı başyapıtı.

14 Ocak, 2012

The Girl With The Dragon Tattoo


Filmin İskandinav Versiyonu İçin Yazdığım Kritik
Çağımızın ana akımdaki en büyük temsilicilerinden birisi olan David Fincher'ın son filmi. Sinemaya Se7en, The Game ve Fight Club gibi inanılmaz filmleri bahşetmiş, üstüne üstlük geçen sene The Social Network ile Oscar yarışına en önden giriş yapmış birisi. Suç ve gerilim deyince ilk akla gelen isim olması, günümüzün neo-noir film havasını yakalamada öncü olması da başka artıları. Şimdi, gelelim mi filme ?


David Fincher'dan bahsediyoruz. Ona kısacık da olsa bir girizgah yapmadan başlanmaz yazıya. Geçenlerde blogumun en eski yazılarını okuyup "ne kadar saçma yazılar yazmışım" dedikten sonra silmeye karar vermiştim blogu. Sonra kendime bir kalıp belirlemek istedim ve bu kalıbın üzerinden karalamalara devam edecektim. İşte ilk örneğini okuyorsunuz şu an. Şanslısınız. Ve hala filme giriş yapmadım farkındaysanız.

Lisbeth ve Mikael
2009 yapımı ilk İsveç uyarlaması, bize öylesine güzel bir Sherlock hikayesi anlatmıştı ki, aynı yıl çıkan diğer 2 film ile ilk filmin havası sönmüştü resmen. Geçenlerde Eylül ayında izlemeye koyulduğum ilk film, acaba Fincher'ın remake'inin altında mı kalacak diye düşünüp duruyordum filmde. Ama kitaptaki o müthiş polisiye teması gerçekten filme enjekte edilmişti. Harika bir takip ve dikkat mekanizması ile gerekli yerlerde şaşırmamanız, polisiye orgazmı yaşamamanız hiçten bile değildi. Tabi biz Fincher'ı bekliyorduk. Üzerinde 1,5 yılı aşkın süre çalışılan, yazarının Steven Zailian'ın olduğu bir projeyi... Geç de olsa geldi. Ve açıkçası tüm polisiye açlığımı giderdi.
Lisbeth ve "kim olduğunu bilirsin sen"
Hikayeyi bilmeyenler için kısaca çıtlatalım. İdealist bir gazeteci var, Mikael Blomkvist. İsveç'in meşhur işadamlarından birisinin ihaleye fesat karıştırdığını öğreniyor, e tabi haliyle bunu ispat etmede feci zorlanıyor. Dergisinden atılıyor, tazminat ödemek zorunda kalıyor, yani bildiğiniz klasik kaybeden tiplemesi. Henrik Vanger adında bir kodamanın kendisini dedektif olarak tutması ile başlıyor hikayemiz. Kitabını okumayanlar için söyleyeyim, Blomkvist'in işi aldığı sekans bile gerçekten efsane olabilir polisiye dünyasında. Özellikle resimlere yapılan yakın plan çekimler...

Hikaye anlamında Zodiac'a çok benzeyen bir kitap Ejderha Dövmeli Kız. Bizzat seçtiğini anlamamak için kör olmak gerekir Fincher'ın. Hani biz ne remake'ler biliriz, filmin direk kopyasını perdeye koyanlar mı ararsın, eski filmin kadrosunu yeni filmde oynatan mı ararsın... Fincher tam dişine göre bir projede olduğundan, gerek karanlık sinematografisi ile, gerek puslu ve buğulu ortamı ile ve her sahnede ayrı bir profesyonellik akan gerilim sahneleri ile bize eski temposunu gösteriyor. The Social Network ve Benjamin Button gibi kendi ligi dışındaki işlere bulaştığını hepimiz hatırlıyoruz. Sanki tutucu hayranlarına bir özür gibi bu film. Ve sözüm senettir. Bir Remake, ilk filmin üzerine nasıl çıkar onu göreceksiniz perdede.

Mikael ve Erika Berger
Film 4 gözle beklenirken, teaserlar ve fragmanlar düşerken en çok istenilen Zailian'ın kitabı daha iyi ele alıp ilk filmde gizlenen sahneleri yazmasıydı. Tabi Fincher'ın kurguya pozitif katkısıyla, dört dörtlük bir polisiye izlediğiniz her halükarda belli ediyor kendini. Senaryo beklenildiği gibi ve her zamanki gibi Zailian'ın ucu açık senaryolarından birisi. Aynısını bu sene Moneyball'da da yaptı. 

Ha, bakın, unutmadan, jenerik tam bir efsane olmuş. Benim açıkçası "Catch Me If You Can" den sonra gördüğüm en iyi film jeneriği. Biraz da Fight Club havası var. Led Zeppelin'in müziğini koyup İngiliz'leştirdiğini düşündürmeyin Fincher'ın filmi. Kitabın hiçbir İsveç dokusuna zarar vermemiş. Hatta konuşulan İngilizce bile İsveç aksanında. Bazı yerlerde İsveççe kelimeler de bulaşıyor oyuncuların ağzına. Bu bakımdan saygı duydum, hani Spielberg falan yapsaydı Hokey stadı bile koyardı filme.

Sinematografisine diyecek laf bulamıyorum. 3D olmadan karları gözümüze gözümüze nasıl sokacağını, soğuğu iliklerimizde nasıl hissedeceğimizi, Lisbeth'in her motorlu sahnesinde nasıl hop oturup hop kalkacağımızı iyi hesaplamış. Her ne kadar bu sene Lubezki ve Kaminski gibi 2 tane favorim olsa da, bir üçüncüye, Jeff Cronenweth'e yer açmamak ayıp olur. Fincher ile daha önceden 2 projesinde çalıştığını da belirterek, görüntü yönetmeninin defterini kapatıyorum.

Ve gelelim Rooney Mara'ya. The Social Network'teki cameosundan sonra ne yapacak diye bekliyorduk bizde. Asıl beklentimiz Noomi Rapace'in performansı ile boy ölçüşecek miydi ? Ve yine Fincher tarzı belli ediyor kendini. Resmen oyuncusunu okumuş ve müthiş bir performans çıkarması için elinden geleni yapmış. Rooney Mara'nın Altın Küre adaylığına şaşıranlar iki kez düşünsünler. Çünkü perdede psikopat ve zeki bir kızın şovunu izleyecekler.

Bu kadar zırvalığı toparlamak gerekirse, David Fincher'ın eski kalıbına geri dönmesi beni çok sevindirdi. Steven Zailian'ın geveze senaryosu beni haliyle mutlu etti. Mutsuz sonla biten bir Fincher filmi izlemek de haliyle müthişti. Hiç adından bile bahsetmediklerim; Daniel Craig, Stellan Skarsgård ve Christopher Plummer'a da anti-parantez açalım. Her bir sahnede, onlardan beklenildiği en üst düzey performanslarını gösteriyorlar. Hani derler ya, "Biz kurbanın kurtulmasını, katilin ölmesini bekleriz, işte o arafta seyirciyi gerebildiğin kadar gereceksin" diye. Malum sahne aklınıza geldiyse, ilk işiniz bu filmi izlemek olsun. DGA'nın yeni favorisi haline gelen David Fincher, hakikaten büyük bir iş kotarmış. Yılın en iyi polisiyesi, ve en başarılı filmlerinden birisi. Bundan sonra ne zaman bir remake yapacaksa yönetmenler, başlangıçta ilk bu filmi izlesinler.