12 Years A Slave

12 Years A Slave

İngiliz yönetmen Steve McQueen'den mühür niteliğinde bir film.

Blue is the Warmest Colour

Blue is the Warmest Colour

Abdellatif Kechiche'den 2013'ün en çarpıcı başyapıtı.

23 Kasım, 2011

Serpico

Dürüstlüğün Gerçek Hikayesi


Kariyerinin ilk yıllarında, müthiş filmlerde oynamayı başarmış bir adam, Al Pacino. Çağın büyük karizması, büyük usta Sidney Lumet'in polisiye filmi önüne geldiğinde tereddütsüz kabul etmiş. Ve gerçek anlamda da kariyerinin en iyi performanslarından birisini ortaya koymuş. 


Evet, her iki New York Suç Teşkilatı filminde rol alan (The Godfather, Serpico) Al Pacino, bizim istediğimiz çizgiden fazla uzaklara gitmiyor. Bu sefer iyi polis, dürüst polis, sadece dedektif olmak için çabalayan bir polis.. Önünde Corleone ailesindeki imkanlar kalmamış. (Neden açtıysam bu konuyu) Aykırı, hippi, gay olmakla suçlanan, öğrenirken öğreten bir polis. Bütün silah arkadaşları rüşvet peşinde milletin kasasını yalarken, onun yaptığı tek şey önüne gelen yeşilleri elinin tersiyle itmek.

"Al Pacino Karizması" 'na bir örnek.
Sidney Lumet, Amerika'nın kirli donlarını kendi sinemasının her tarafına asmakta usta birisi. Onun filmlerini izlerken elbet ciddi göndermeler göreceğimizi bilerek izliyoruz. Adalet sistemine, suç sistemine, sokaklara, rüşvet yiyen polislere, kokuşmuş medya sistemine, aile düzenine büyük bombalamalar yapabilen bir yönetmen(di). Toprağı bol olsun. Hala bir filmini bile görmedim diyen varsa, kafadan bu filmle başlayabilir.

Dedektif olabilmek için her yolu deniyor.
Polisiye filmlerinin hepsi birbirine benzer aslında, asıl mesele benzerlikleri nasıl saklayacağınızdır. Bir kitaptan uyarlama olan, gerçek bir hayat öyküsünden yola çıkılarak yapılan bu harika filmi kaçırmayın, asla da yılına aldanıp izlememezlik yapmayın. Biliyorum ben, 90'ların filmlerine bile eski film yaftası vuranları. Serpico'nun köpeğine, şapkalarına, sakalına, evine hayran kalacaksınız. Al Pacino'ya büyük saygılar, resmi bir oyunculuk senfonisi var filmde.


Uzun oldu, kısaca kaçırmayın. Ve asla da Training Day, LA Confidental gibi diğer başyapıtlarla da kıyaslamayın. Akıllı sinemasever, akıllıca farkları anlayacaktır.

16 Kasım, 2011

Midnight in Paris

Paris'teki Geceler..


Açık sözle başlamak istiyorum yazıma. Daha önce hiçbir Woody Allen filmi izlemedim ! Kimileri için küfür niteliğinde şu söylediklerim, çünkü usta belirli bir hayran kitlesine sahip dünyada.  Kimileri için de zaten hiç önemli değil bu söylediğim. Romantik komedi diyince de aklıma ne yazık ki Woody Allen gelmiyor benim, Billy Wilder geliyor. Belki ben geri kafalıyım, ama ilkleri severim. İlk bilim-kurgu filmini de, ilk plot twist bulunan filmi de...


Madem açık sözlerle başladık yazımıza, devam edelim bakalım böyle. Ağır film bekliyordum, durgun, 2-3 sahnede mesaj kaygısı taşıyan, son sekansında filmi bağlayıp "ben başyapıt yaptım" edasında seyirciyle adeta billur geçen birşey olmasını. İnsanın başına ne gelirse meraktan değil, önyargıdan gelirmiş. Boşu boşuna germişim kendimi durduk yere. Öyle durmuş bir köşesinde arşivimin. Ama şunu da söylemekte fayda var, bu film bir 90 dk olsa gene izlenir. Hatta sabaha kadar Paris'i çekse yönetmen, gene izlenir. Senaryoda ciddi bir ustalık var. Hemde en ciddilerinden !


Senaryosu zaten beklendiği üzere tipik Woody Allen filmi zekasında. Annie Hall, Manhattan gibi kült romantik filmler çıkarmış birisinden zaten seviye olarak düşük birşey beklemiyordu kimse. Tabi korkular vardı, Vicky Cristina Barcelona gibi, You Will Meet a Tall Dark Stranger gibi vites küçülten bir proje gelebilirdi seyircinin karşısına. Ama Cannes'da çıktığı ilk gün öyle güzel tepkiler aldı ki, sanki üstat son yıllarda yaptığı tüm hataları telafi etmiş gibiydi. Aslında çok da umrunda değildi. Zaten yeterince kredisi olan birisi. Neyse ki böyle düşünen birisi de değil.

Marion ve Rachel arasında seçim yapmak isteyenlere...
Senaryo, Back To The Future hayranları için bir nevi onun "romantik-komedi" versiyonu. Her ne kadar Woody Allen zekası her alanda mis gibi koksada senaryonun, kemik yapısı ve içinde bulundurduğu sivri mesajlar ile andırıyor bize o güzelim üçlemeyi. Ne kadar geçmişe gidersek gidelim, elbet insanoğlunun doğasındaki bıkkınlık gelip rastlayacaktır. Kiminin altın dönemi 1920'lerdir, kiminin 1890'lar, kiminin rönesans, belki de Orta Asya'dır. Hayatın içine girerek herbirini tecrübe eden bir "Woody Allen Alter Ego'su" izliyoruz aslında Gil kadraja girdiğinde.

Owen Wilson'u beğenmeyen, hocasını da beğenmesin sıkıyorsa !
Filmde çoğu oyuncunun kısa kısa rolleri var. Özellikle Kathy Bates ve Adrien Brody'nin rollerine dikkat ! Yan karakterler nasıl başrolden daha popüler olur işte onların göstergesi bu ikili. Zaten Owen Wilson'a hiçbirşey söyleyemeyiz, Woody Allen kendi halefini bulmuş gibi. Pek o taraklarda bezi olmayan birisi ama Wilson. Az çok hangi projelerde rol kestiğini bilenler bilirler. Onun dışında Marion Cotillard başta olmak üzere Rachel McAdams ve Lea Seydoux'un müthiş güzellikleri, bir Woody Allen filminde 3 güzel kızın olması ilkini de taşıyor belki.

Çıldırtan bir güzelliğe sahipsin... (Replik değil bu)
Sinematografisine, kadrajına, zeka dolu senaryosuna ve Paris'e hayran kalacağınız, çok sıcak, romantik filmden haz etmeyenlerin bulaşmaması gereken, Woody Allen'ın en iyi filmlerinden birisi. Değeri verilmiyor, büyük ihtimal de verilmeyecek. Ama bu başyapıt, şimdiden bir kült ve klasik olmaya aday. Ciddi tavsiyemdir.

03 Kasım, 2011

Battle: Los Angeles

"Ciddi" Psikolojik Baskı

70'lerin başında "ciddi" anlamda sinemamıza bulaşan "uzaylı" kavramı, aslında içi boş bir balondan ibaret. Bunu en iyi yapan Spielberg, ülkesinin uzaylı paranoyasını her yaptığı filmde eleştirdi. Hele E.T. filminde öylesine ele aldı ki, belki de kendisinin en iyi filmini yarattığı zamandı. Bu yıllarda da, özellikle 2011 yılında gelen 2 normal uzaylı filminin ilk versiyonu Battle LA filmiydi. Şu an hakkında yapılan tüm eleştirilerin %80'i önyargılı ve üşengeç yaratıklar tarafından yapıldığını da hatırlatmak gerek.


Evet, sıradan bir bilim-kurgu filmi. Hatta ben bu başlığı bile atmazdım. Atmadım da... Sorarsanız "aga bu nedir" diye, anlatacağım, sabredin.


Amerika'nın sürekli bizlere anlattığı uzaylı paranoyasına 2005'te Spielberg'de bulaşınca (1977'de bulaşmadı, adam gibi film izleyin !) artık bu işin suyunun çıktığını, sadece sübliminal mesaj göndermek için yapıldığını "soluduğumuzun hava olduğunu zannetmeyen her kişi" biliyor artık. UFO, Alien, uzaylı.. adına ne derseniz deyin tamamen safsata.


Los Angeles (Yozgat'ı mı beklemiştin ?)


Bakın, bir filmin senaryosu ve kurgusu eleştirilebilir. Ama konusu eleştirilemez. Sonuçta insanlar istediği konudan senaryo yazabilirler. Onu da kurgulayabilirler. Ama, 5 milyar yıllık dünya tarihinde sanki 2011 yılını bekliyormuş hissi veren şu uzaylı saldırısı, korku imparatorluğu kurmak isteyen gizli örgütlerin planından başka birşey değil. (masonlar, onların tehlikeli kuruluşları, çeşitli finansörler, süper güç devletler...)


Görsel efektin doruk yaptığı bir film. Bazı yerlerde bug olsa da, onları es geçerseniz gerçekten harika bir hazza ulaşıyorsunuz. Militarist yönü çok güçlü, gayet iyi. Bazı dram sahneleri klişe, ama dokunaklı. Genel anlamda misyonu olmayan uzaylılar bize saldırıyor işte. Konu bu. Ciddi anlamda Black Hawk Down başyapıtına benziyor. Hatta savaş stratejisi, diyaloglar, askerler...


Ölmeyen uzaylı. (Normalde de böyleydi, keklik avı değil bu sonuçta)


Ne çok kötü bir film, ne de iyi bir film. Ne de vasat bir film. Yani ne ortası var, ne sonu var, ne de başı var bu filmin. Ama şu klişe saçmalığa da son vermek gerekir. "Filmi boş zamanınızda izle(me)yin !!!" Ayrıca ucuz eleştirmen çakmalarının kendi mabatlarından salladığı 3-5 mantık hatası ile filmi hemen rezil konumuna da getirmeyin. Sanki çok savaş gördüler, sanki her gün savaşıyorlar, sanki kıbrıs gazileri, sanki güneydoğu gazileri, sizi klavye cengaveri göbekli yaratıklar sizi.. Hepimiz biliyoruz ki siz anti-militarist olmaya çalışan, zamanı geldiğinde tıpış tıpış askerine giden, klavye başından aslan-kaplan, sokakta bir fare kadar korkak yaratıklarsınız. (Ne oldu, ilk defa birisi yüzünüze mi çarpıttı ?)


Bütün film bu kadar sinematografik değil. Kamera zıp zıp zıplıyor.


Fazlaca savaş filmi izleyenler için küçük dozajda bir tatmin olacaktır. Ama Er Ryan'ı Kurtarmak gibi, İnce Kırmızı Hat gibi veya Kara Şahin Düştü gibi bir başyapıt beklemeyin. Beklentilerinizi kısarak, hoş vakit geçirebileceğiniz bir sevgili gibi bakın kendisine. 2 saat sonunda da mümkünse yüzüne bakmayın. Çünkü ne içinde bir önermesi var, ne de elle tutulur bir sözü var. Ne boş, ne de dolu. Ne de yarım.